bu bir hikaye değil. bu eski dilde bir yazı. bir zamanlar söylenecek şeylerin bir önemi yoktu. bu işler daha kolay oluyordu bu yüzden. belki denemeye ve sıcak bir yataktan çıkmaya değer. nasılsa en alakasız şeyler bile birbiri ardına gelebiliyor ve madem işler böyle yürüyor, biz de sistemi bu şekilde kurabiliriz. hiçbir şey olmuyor değil çünkü. hiçbir şey olmadığını kabul etmek sadece insafsızca değil, yanlış da olurdu. öyleyse şu adama bakalım. güvenlik görevlisi. sabahın bu saatinde etrafta ondan başka kimse yok. elli lira bozuğu olup olmadığını soruyorum. masasındaki bir düğmeye dokunuyor ve önümdeki turnikeden çıkan sesle birlikte geçebileceğimi söylüyor. teşekkür ediyorum ama beş dakika sonra o turnikeden tekrar çıkacağım. geç kalacağımı düşüneceğim çünkü, ama o çıkışta bana en hızlı seçeneğin bu olduğunu söyleyecek. sadece 12 dakika. tekrar dokunacak düğmeye ve gülümseyecek. hava soğuk ve insanlar kimi zaman sıcak olacak. o saatte işe giden birkaç uykulu yüz. birkaç durak ve vaktinde başa gelen birkaç saçmalıktan sonra bile hala karanlık. elime kimbilir ne zamandır almadığım bir şey tutuşturuluyor. bir gazete. bir sürü ekle birlikte bir yığın sayfa. hepsini ortadaki boş koltuğa bırakıp kitabımı çıkarıyor ve aynı hikayeyi kim bilir kaçıncı kez okuyorum. vakit o kadar çabuk tükeniyor ki başka bir şey yapmaya gerek bile kalmıyor. yanımda oturan kız, elimdeki bardağı kendininkiyle birlikte atmak için alıyor ve sonra ettiğim teşekkürü, sanki yarım saattir herhangi bir kelime bekliyormuş gibi bir sohbete dönüştürüyor. özel bir gün geçireceği her halinden belli. otururken daha da kısa görünen kısa bir elbisesi var. bacakları kalın. çorapları ince. saçları ve makyajı özenli. varacağımız yerde mi yoksa ayrıldığımız yerde mi yaşadığımı soruyor. nişanlısını görmeye gittiğini söylüyor sonra. askermiş. ailem izin vermiyor, o yüzden gizli gidiyorum diyor. daha önce de yapmış. akşam bir arkadaşında kalıyor, gün boyunca da işte zannediliyormuş. her iki tarafın da izni olmadığından akşam sona erecek bir programmış. nişanlıyız yani, düğün için gün bile aldık, ama izin vermiyorlar yine de diyor. konuşurken bile heyecanlı. yolculuğun bitmesine yakın iyice heyecanlanıyor. içtima bitmiş midir ki diye soruyor. bilmem diyorum. birkaç saniye sonra tekrar soruyor. bilemiyorum diyorum. çantalarımızı alıp yürüyoruz. tanıştığımıza memnun oluyoruz biraz ilerde ayrılırken. az sonra uykusuz iki çift göze sarılıyorum.

biri nerelerde buluştuğumuza dikkat çekiyor, eee deli deliyi dakkada diyorum, gülüşüyoruz. evde uykusuz birkaç göz daha, hepsini nasıl da seviyorum. içlerinden biriyle, uyandığını söylediği bir diğerinin yattığı odaya giriyoruz. uyanır uyanmaz ilk iş sigara yakmamla bile kendisine benzediğim birinin. bu sabahkini nerdeyse bitirmiş bile. diğeriyle birlikte bir süre göğsünde yatıyoruz. mutluyuz. nerede bir araya gelsek böyleyiz. neden hep bir arada olmak yerine her fırsatta bir arada olmayı seçtiğimizi biz dahil kimse açıklayamıyor. eksik olan kişiyi buluyoruz her seferinde yaptığımız gibi, ilk iş. o da gelebilseydi keşke diyor, artık ilk kim diyecekse, geri kalanımız da aynı ifadeyle onaylıyoruz. sonra canlanan bir ev, sonra gidilecek olan asıl ev ve sonra biraz hızlı geçmeyi seçeceğimiz bir akış. planları kısmen bozan bir şeyler. hayırlı bir takım işler öncesinde peydah olmuş bir ayrılık. ne yaparsak yapalım içtenlikle güldüremediğimiz bir çocuk. o üzüldükçe diğeri de üzülüyor, diğeri de, o kadar çok üzülüyorlar ki bir de ben başlamayayım diye sürekli konu dağıtıyorum. ben dağıttıkça onlar yeniden bir araya geliyor. hangi yolda gitsek ve hangi şarkı çalsa ona dokunuyor. şöyle de olmuştu diyor. böyle de demişti. bilmem kimi ne ilgilendirirmiş ki diyor. konuşulanlar üzüntümü, üzüntüm odunluğumu büyütüyor. aynı şeye duyduğum kimbilir kaçıncı hayretle, allah'ım diyorum içimden, kimseye ne demek olduğunu göstermediğin hiçbir şey yok mu senin.

gün boyunca geziyoruz. bu şehre daha önce de geldim. o zamanlar böyle değildi. o zamanlar ben de şimdiki gibi değildim. kadın oturduğu yerde dans ediyor, en üzgün olanımızı bile keyiflendiriyor bu. hepimiz aşığız ona. eğlenceli bir şeyler açıp onlara eşlik ediyor. ne üzülecekmişiz diyor. tıpkı artık ezbere bildiğim o hikayedeki gibi. ama onun ağzında gerçekten çok yerinde bir soru haline geliyor bu, sahi ne üzülecekmişiz. daha önce gördüğüm kimi yerlerde daha önce taşımadığım bir ağırlıkla dolaşıyorum. bu bir paralel dünya gezisi değil -o dünya ki, insanın kendi içinde yarattığı bir şeye bile güvenemeyeceğinin en güncel kanıtıdır- bu şehre ne zaman insem yağmur yağıyor, ve şehrin hemen hemen her yerini gören bir binanın çatısında sigaramı içerken soğuktan titriyorum. iki gündür uykusuzum. şu anda tek istediğim şey uyumak ve hiçbir şey düşünmemek.

// düşündüklerimi söylediğim için mi bu kadar kızgınsın? // şimdiye dek söylemediğin için kızgınım. //

bir şarkı beni uyandırıyor ve bir mesaj. yıllardır görmediğim birine, yıllardır hissetmediğim bir duyguyla cevap veriyorum. tam olarak ayık değilim. ne dediğim hakkında bir fikrim yok. ne demiş olabileceğimin bir önemi de yok. yeniden uykuya düşüyorum ve rüyama giriyor bu sefer. yüzünü görmediğim ufak bir çocuk. yüzünü bilmediğim iyi yürekli bir kız onu gizliyor. sonra sabah oluyor ve ilk iş bir sigara yakıyorum. can dediğin hiçbir yerinden yanmaz hale gelir miymiş. çocukken, yanmadığı gösterilen bir perdeyi püsküllerinden yakmayı deneyince küle çevirmiştim.

her şeye rağmen günler hızla tükeniyor. üç gün boyunca, kafamın içinde hep aynı cümleler. bana hiçbir şey hissettiremiyorsunuz, diyor. hiçbir şey. hiçbiriniz. bütün alacaklarını yüzüme vuruyor tek kalemde. suçlu ben değilim diyor. sanki ben bilmiyorum bütün suçun bende olduğunu. yine de onu geri götürmeyeceğim. madem yeterince yanlış yaptım, madem buradan toparlayamam artık. bu da olsun da, sonra nolursa olsun. kendim giderim, önce birkaç işim var burada zaten deyip çıkıyorum evden. nasılsa tekrar geleceğim, ayrılırken üzülmüyorum. yolun karşı tarafına ulaşınca geçiş kapısını açacak olan şarkıyı takıyorum kulaklarıma. play. ve tanrı aşkına. ne tür bir cehennem burası.

yağmur ve bir taksi. birkaç sokak ve bir başka taksi daha. bir sokak ve bir sürü mekan. bir kırtasiye ve hepsi biraz küçük kalan şeyler. sonra bulunan ama bu sefer de kenarda bir yerde unutulan şeyler. ancak rüyalarda olabilecek biçimde, her şey birbirinden ters gidiyor. ne istendiği, ne de planlandığı gibi olmuyor hiçbir şey. çünkü/ama geleceği bilemeyiz. sanki geçmişi bilebiliyorum da. en sonunda, sigaramı ıslanmadan içebileceğim bir köşe başındayım. telefonda hasta bir ses var ve söylediğim şeyleri kelimesi kelimesine yazıyor. yok neyse o son bölümü sil. sil hepsini, evet eminim. tamam. tamam o saatte dönmüş olurum muhtemelen. görüşürüz.

başka ve uzun bir yol boyunca yağmur hala yağıyor. bir bekleme salonunda oturuyorum ve aynı hikayeyi okurken yapılan bir anons bir süre daha bekleyeceğimizi bildiriyor. çantamı dolaba koymaya çalışırken orta koltukta oturan adam hangi koltukta oturmak istediğimi soruyor. kendi koltuğumda diyorum konuyu anlamasam da, o da cevabı anlamadığından herhalde, sorusunu tekrarlıyor. cevap vermiyor ve sadece yerime oturuyorum. bir süre sonra sallanmaya başlıyoruz ve bir süre daha sonra o kadar sallanıyoruz ki güzel kızlar servis yapmayı kesip yerlerine geri dönüyorlar. kaptan konuşuyor ve kaygılanacak bir şey olmadığını, malum bu gibi hava şartlarında böyle sarsılmaların olağan olduğunu söylüyor, sonra bunu başka cümlelerle tekrar söylüyor, sonra tekrar, ve o kadar uzatıyor ki anonsu bir sohbete dönüştürüyor adeta. söylediklerini ingilizce olarak tekrar ederken özet geçiyor bu kez. o sırada "yaşamın ucuna yolculuk"u okumayı bıraktığım bölüm geliyor aklıma; "radyo günün ısı derecelerini veriyor. tek sözcük anlamıyorum." bir zamanlar yazarını severdim oysa. bir zamanlar yaptığım daha garip şeyler de oldu.

yağmur bu tarafta da aynı şiddetiyle yağıyordu ve döndüğümde sırılsıklamdım. şubat değildi. şubat olması gerekiyordu ama değildi. özel bir anlamı yoktu ve olması gerekmiyordu illa da. bazen, sadece öyle denk gelirdi bir şeyler. anlamaya çalışmadım. anlatmaya da. zaten trajediye bayılırım ben, hayır mı diyeceğim, böyle en güzelinden bir kaybetmeye.

// rozetini ve silahını teslim et artık. // vay canına... iyi ki paralel dünya var. //