george orwell, edebiyet tarihinin en az anlaşılmış yazarlarından biridir bence. hakkında pek çok şey söylenmiş olmasına rağmen, bu söylenenler buz dağının görünen kısmını bile açıklamakta yetersiz kalmıştır. hayvan çiftliği orwell'a - hiç de öyle olmamasına rağmen- troçkist sıfatını kazandırmıştır. 1984 ise, dönek ve cia ajanlığı ile suçlanma ödüllerini getirmiştir.

orwell gerçek bir cia ajanı mıdır? bu soruya bir ekşi sözlük yazarı şöyle cevap veriyor: '' eğer hayvan çiftliğini cia finanse ettiyse, bu, orwell cia'ya çok güzel bir kazık atmış demektir.'' ekşi sözlük yazarı arkadaş bizce sonuna kadar haklıdır. hayvan çiftliği'ni okuyanlar hatırlayacaktır, romanın başında mr. jones üzerinden ciddi bir kapitalizm eleştirisi yapılmaktadır. hayvan devriminin ilk günleri ise bize, kurdun kuzu ile kardeş olduğu bir toplumun mümkünlüğünü müjdelemektedir. kitabın ikinci bölümündeki domuzlar diktatörlüğünü, daha sonraki satırlarda tekrar ele almak kaydı ile, şimdilik görmezden gelelim.

1984, stalinist sol tarafından karşı devrimci bir propaganda malzemesi olarak algılanırken, liberal camia kitabı liberalizmin manifestosu ilan etti. özgürlükçü sol, söz konusu eser üzerinden devletçi geleneğe saldırdı. bütün bu grupların ıskaladığı nokta ise, orwell'ın 1984'ü yukarıda ki hiçbir gerekçe ile yazmamış olmasıydı.

düşüncelerimin daha iyi anlaşılabilmesi adına, sosyalist sözlükten bir alıntı yapmak istiyorum. ilk bakışta konu ile alakasız görülebilir, ama yine de okuma zahmetine katlanmanızı rice edeceğim sizden.

'' (kişisel giri) girilerin yani yazılan yazıların kişisel olmasıdır.. formata uygun veya tanım içerip içermemesi gibi teknik noktalar dışında bütünsel olarak girilen her şeyin kişisel olduğunu farketmektir.. ister alıntı yapayım ister okuduğumu derleyeyim veya o an yazayım yazdığım tüm giriler kişiseldir, benim klavyemin izini, benim gözlerimin izini ve benim fikrimin izini taşır.. asıl benden izler taşıyan bir şeyin kişisel olmaması garip olur.. zerre de olsa emek vermişsem, ben yazmışsam, elbette kişisel olacak..'' *(*gri karanlık)

yukarıdaki alıntıda da belirtildiği gibi edebi/düşünsel yazılar, yazarın zihnindeki belli bir fikir jimnastiğinin fotoğraflanmış halidirler aslında. yani son derece kişiseldirler, ve yazar doğru tahlil edilmediği sürece de yazıların analizi oldukça çetrefilli bir iştir. gelin, orwell'a bira daha yakından bakalım.

orwell, yukarıda da belirttiğim gibi, cia ajanı ya da liberalizm yanlısı değildir. eğer öyle olsaydı solda yarattığı tahribat çok daha katlanılır olurdu. o, çok daha kötü bir hastalıktan müzdariptir: karamsarlık. bir yanı ile kapitalizmden, otoriteden ölesiye tiksinir. sosyalist ideallerin yüceliğine inanır. bu ideali gerçeğe dönüştürecek tek gücün işçi sınıfı olduğunu kaul eder. diğer yandansa, tarihi değiştirmek için gerekli maddi güce sahip proleteryanın, toplumsal bir devrim için gerekli olan motivasyona sahip olduğunu anlayamaz. proletaryayı, on yaşındaki çocuk sahibinin istediği her yere giden bir ata benzetir. istese bir hareket ile sahibini öldürecek kadar güçlüyken, sahibinin elindeki sopadan korkmaya koşullandığı için çaresizce sahibinin gözlerinin içine bakan bir at.!:hayvan çiftliğinde proletaryayı simgeleyen hayvanın boxer isminde bir at olması tesadüf olmasa gerek.:! öncü partiye de inanmaz orwell. işçilerin bir partinin peşine takılması, atın sahip/yönetici değiştirmesinden başka birşey değildir. parti, sınıf kendini yönetebilecek kabiliyetten yoksun olduğu için, iyi niyetle de olsa iktidarı eline almak zorunda kalır. ve iktidarın olduğu yerde kötülük vardır*(*1984). yönetenler, ne kadar iyi niyetli olursa olsun uzun vadede yönetilenler için değil yönetmek için yönetmeye başlarlar. bu düşünceleri ile anarşizme ve troçkizme yaklaşsa da proleteryaya duyduğu güvensizlik, bırakın anarşizmi/troçkizmi, onu sosyalizmin bile dışında bırakır. 1984'de, belkide siyaset hakkında kurulabilecek gelmiş geçmiş en karamsar mantığı kurar:

''işçiler bilinçlenmedikce sosyalizm kurulamayacak. sosyalizm kurulmadıkça da işçiler bilinçlenmeyecek.''

iki ünlü eseri de, bu insanlığa karşı beslenen güvensizliğin/umutsuzluğun yansımalarıdır aslında.

hayvan çiftliğinde, partinin başta istememesine rağmen nasıl iktidarı eline almak zorunda kaldığını, uzun vadede bu iktidarın yozlaşmasının neden kaçınılmaz olduğunu anlatır.

1984'de ise, iktidarın ancak kendisi için var olduğu, iktidarın kendi başına bir ''şey'' olduğu konusunu işler. bireylerin düşüncelerinin *(*otoritenin varolduğu yerde )iktidardan bağımsız olamayacağını çarpıcı şekilde gösterir.

eğer hayvan çiftliğinin sonunda hayvanlar napolyona karşı ayaklansaydı, eğer 1984'te winston gizli servis ajanına ''parti ne ders desin, 2+2=4'tür.'' deseydi, orwell'ı sosyalist yazının en tepesine yerleştirirdim. şimdi ise bırakın kızmayı, karamsarlığı/umutsuzluğu/çelişkileri yüzünden ona acıyorum.
dün akşam ekşi sözlük sayfaları arasında amaçsızca dolaşırken, george orwell başlığı altına yazılan bir yazı çekti dikkatimi. yazı, benim üstteki yazımın son paragrafını bire bir alıntılamış, ve o son paragraf üzerine bazı eleştiriler getirmiş. şaşırdım. şaşırmamın asıl sebebi, ''lord of the words'' nickli yazarın benden saygıya değer bir arkadaşım diye bahsetmesiydi. doğal olarak beni tanıdığı izlenimine kapıldım. günlük hayattaki arkadaşlarım internetle facebook dışında pek haşır neşir olmadığından, ve benim internet üzerinden merhabalaştığım hemen herkes laneth yazarı olduğu için lord of the words adlı ekşi yazarının aranızdan birisi olduğundan şüphlendim. hanginizse çıksın ortaya, böyle sululuklardan hoşlanmam.*(*gülücük)

söz konusu yazıyı okuduktan sonra, eleştirilere cevap verme ihtiyacı duydum. ama, maalesef ekşi sözlük hesabım yoktu. ben de laneth sayfaları üzerinden yanıtlamak istedim dilim döndüğünce bu saygı değer arkadaşı.

öncelikle, yazsısının tamamını aşağıya kopyalayayım ki, siz de okuyabilin. (ben anlamam öyle link vermekten falan)

-lord of the words'ün george orwell başlığı altındaki yazısı-

saygıdeğer arkadaşlarımdan biri hakkında aşağıdaki ifadeleri kullanmıştır:

"eğer hayvan çiftliğinin sonunda hayvanlar napolyona karşı ayaklansaydı, eğer 1984'te winston gizli servis ajanına ''parti ne ders desin, 2+2=4'tür.'' deseydi, orwell'ı sosyalist yazının en tepesine yerleştirirdim. şimdi ise bırakın kızmayı, karamsarlığı/umutsuzluğu/çelişkileri yüzünden ona acıyorum."

şimdi de bu yorumu alalım, evirelim çevirelim o ve onun gibi düşünenlerin son derece işlek zihinlerine servis edelim. napolyon ve snowball'ın önderlik ettiği yeni düzenin hükümran olduğu hayvan çiftliği'ndeki hayvanları kim, hangi hayvan yeniden organize edecek? organize olmadan gelişi güzel biçimde bir kalkışmadan bahsetmek mümkün mü? rol dağıtımı kalkışmanın başarıya ulaşması için iş bölümü de her halükarda bir organizatör [lider diyemesek de (çünkü domuzlar lider diye diye diğer hayvaların başına çöreklenmiş idi) kastettiğimiz ondan başkası değil] gerekli. peki ilk kalkışmanın hüsranla neticelenmesinden sonra hayvanların aynı amatör ruh ve cansiperane özgecilikle meseleyi sahaplanması ihtimaller arasında olabilir mi? insan hayatında her ne olursa olsun, hangi devrim olursa olsun gerisindeki motor, iticü güç; motivasyon, ruh, coşku ya da heyecan değil midir? o yoksa dünyanın en iyi projesi en iyi ihtimalle kitap rafını süsleyen bir kitapta kendine yer bulabilir. domuzların çiftlikte oluşturdukları, yani bir anlamda insanlarla yer değiştirerek hiyerarşik hizalanmayı kendi lehlerine yeniden yapılandırdıkları düzene muhtemel başkaldırının en nihai neticesinin ilkiyle paralel olmayacağı ne malum? ayaklanma/isyan/devrim kendi başına bir amaç değildir, sosyalist yazında insana yaraşır düzeni tesis etmenin bir aracıdır sadece. aksi durumda devrimin kendi başına bir araç olmasıyla devlete metafizik bir öz atfetme arasında kayda değer bir fark olmazdı. model anlamında, teorik düzeyde sosyalizmin merkezinde insan vardır: kollektif varlığıyla insan (bir orman gibi kardeşçesine). komünizm ise sosyalizm daha önceden kolektif yanı nihai çözüme kavuşturduğundan sebep insanın birey (bir ağaç gibi tek ve hür) yanına göndermede bulunan devletin ve düzenleyici egemen bir gücün olmadığı, sosyalizmin son durağı olarak tasarlanmıştı. başka bir deyişle sosyalizm kolektif yanıyla insanı alırken, bireysel yönü tamamıyla göz ardı etmemiş; komünizm aşamasına kadar ertelemiştir.

karamsarlık ve umutsuzluğa gelince, aynı hatayı ikinci kez tekrarlamanın kişinin ahmak olarak nitelendirilebilmesi için yeterli olduğu anlayışı bu bakımdan yol gösterici olacaktır. kişinin öncekinin olumsuz neticelerine rağmen yapılanı yine yeniden yapılması doğrultusunda inisiyatif almasını istemek, ya da o yönde kurgular inşa etmesini beklemek toyluktan ve acemilikten başka gerzeklik ve aptallıkla nitelendirilmeyi zorunlu kılıyor.

konunu daha iyi çalış sevgili dostum!!!

-lord of the words'ün george orwell başlığı altındaki yazısı-

işte yazı bu.

edindiğim izlenime göre bu arkadaş, yazıma temelde üç eleştiri getiriyor:

1: hayvan çiftliğindeki hayvanların, yani proleterlerin, kendi kendilerine organize olamayacakları iddia ediliyor. kendi kendine örgütlenme yeteneğinden yoksun proletaryanın da, doğal olarak domuzları deviremeyeceği*(*siz domuzlar kelimesini sovyet bürokrasisi olarak okuyun), domuzları devirmeyi başarsa bile bu sefer başka bir kastın iktidara geleceği, yani özünde hiçbir şeyin değişmeyeceği söyleniyor. ve bu noktada arkadaş, bilerek ya da bilmeyerek benim orwell açmazı dediğim açmaza saplanıp kalıyor.

2: zaten bir kez isyan etmiş olan, ve isyanının hiç bir işe yaramadığını gören kitlelerin/hayvanları ikinci kez isyan etmek için yeterli motivasyonu bulamayacağını düşünüyor arkadaşım.

3: ve son olarak da, birinci isyan işe yaramadı ise eğer, ikincisinin farklı olacağını nereden çıkardığımı soruyor.

ben, süslü laflar etmeyi onun kadar pek beceremesem de, sırası ile cevaplamaya çalışacağım eleştirilerini.

öncelikle ben, işçi sınıfının gerçek anlamda bir örgütleyiciye ihtiyacı olduğundan kuşkuluyum. tepeden bir çoban tarafından güdülmedikleri sürece kendi kendilerini yönetemeyecekleri iddiasını ise zaten reddediyorum.

bizim devrim dediğimiz şeyler, darbelerden bahsetmiyorum, bir örgüt tarafından başlatılmaz, önceden kestirilemez, biriken toplumsal çelişkilerin patlamasından başka bir şey değildir aslında devrim. hayvan çiftliğini okuyanlar bilir, hayvanların iktidarı ele geçirmelerini sağlayan ilk isyanda da domuzların doğrudan bir rolü yoktur. yani devrim yapmak için öncüye ne kadar ihtiyaç duyulduğu başlı başına tartışma konusudur. öncü/organizatör, ancak başlayan devrimin sendikal taleplerle sınırlı kalmamasını sağlayabilir. propaganda araçlarını elinde tutan egemenlere karşı bir kontra-propaganda aracı görevi görür. öncü, devrimi konrtrolü altına almaz, ancak danışmanlık yapabilir devrime. toplumsal hareketlerin elit azınlıkların doğrudan kontrolüne girdiğinde neler olabileceğini ise hayvan çiftliğinde ve sscb'de gördük zaten.

ayrıca; paris komünü, 1905 ve 1917'de rusya'da kurulan işçi sovyetleri, 1918 almanyasında kurulan işçi ve asker meclisleri, ispanya iç savaşında yaşanan özgürlükçü deneyim, 2001 arjantin isyanında kurulan mahalle meclisleri proletaryanın hiç de öyle kendi kendini yönetmekten aciz olmadığının canlı kanıtlarıdır. aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen, ve bu süreçte orwell'in domuzları tarzı örgütleyicilere ihtiyaç duymayan oluşumlardan bahsediyoruz. ha, bunların neden kısa süreli olduklarını sabaha kadar tartışırız, ama bu konuda şundan eminim: sabaha kadar yürüttüğümüz tartışmanın sonunda ulaşacağımız sonuç, aradığımız sebebin proletaryanın güdülmeye alışmış koyun sürüsü olması olmayacaktır.

motivasyon meselesine gelelim:

kitleler balık hafızalıdır. bu, genelde kötüdür. şimdiki türkiye işçi sınıfı, büyük madenci yürüyüşünün en iyi ihtimalle adını duymuştur; yetmişlerin ikinci yarısını pek bilmez, 15-16 haziran'ın ise adını bile duymamıştır. geçmişindeki başarıları bilmeyince de, geleceğe umutla bakamaz. iyi yanları da vardır bu balık hafızalılığın. örneğin, 12 eylül'ü toplumsal hafızasında tutmayan bir işçi sınıfının madencileri, 12 eylül'den sadece on yıl sonra çantalarına dinamitleri doldururlar, ve ''çankaya özal'a mezar olacak'' diye diye ankaraya yürürler. madenci yürüyüşünün başarısını sorgulayabilirsiniz. sendikal anlamda istediklerini almışlardır aslında işçiler o yürüyüşte. devrimlerin sendikal talepleri aşabilmesi için işçilerin birazcık yardıma ihtiyaçları olduklarını ise zaten reddetmiyorum.

ya da; ikinci dünya savaşından sonra kızıl ordu, çağının en büyük savaş makinesini berline kadar sürer, ulusal çıkarları gereği doğu avrupa ülkelerinin başına ''komünist'' partileri oturtur tanklarının yardımı ile, bütün dünya'ya işçi devleti diye yutturur o ucube oluşumları. ve aradan on yıl bile geçmeden macar işçileri, nazi işgalini yaşayan, sözde komünist bir partinin ensesinde yıllarca boza pişirdiği macar işçileri, gerçek bir işçi demokrasisi uğruna kendilerini domuzların tanklarının önüne atmakta tereddüt etmezler.!:domuz kelimesi ile hayvan çiftliğine gönderme mi yaptım, yoksa sovyet bürokrasisi hakkındaki gerçek hislerimi mi dile getirdim emin değilim. ama, z'in haluk levent'e ana avrat düz gitmesinin yanında benim stalinist bürokrasiye yaptığım bu küçük hakaret affedilebilir sanırım:!*(*gülücük)

işçiler, geçmişte ya da gelecekte yaşamaz. onları ne geçmişin hayaletleri ile frenleyebilirsiniz, ne de gelecekteki cennetin vaadiyle harekete geçirebilirsiniz. onlar, eğer o gün devrimin toplumsal şartları mevcut ise ayaklanırlar. bu kadar basit.

önümüzde bir de fransız ihtilali ve napolyon örneği var*(*domuz olanı değil bu sefer, imparator olanı). fransız ihtilali de, tıpkı ekim devrimi gibi, bir diktatör çıkarttı bağrından: napolyon bonopart. napolyon, bir taraftan devrim adına tüm avrupa'nın altını üstüne getirirken, diğer taraftan da devrimin temsil ettiği bütün değerleri çiğnemekte tereddüt etmedi çamurlu çizmeleri ile. ve waterloo ile çekildi tarih sahnesinden. ardından restorasyon dönemi, devrimin tüm kazanımlarının tasfiye edildiği dönem.*(*artık napolyon ne kadarını bıraktıysa) çok saygıdeğer arkadaşa sormadan edemiyeceğim: eğer sen haklı isen, nasıl oluyorda yenilmiş, üstüne üstlük geride doğru düzgün hiç bir kazanım bırakmaksızın yenilmiş bir devrimin ilkeleri bugün dünyaya hakim olabiliyor. bu arkadaş, 1830 ve 1848 devrimlerini bana yönelttiği eleştirilerin neresine koyuyor. 1830 ve 48 devrimlerinin benim hayvan çiftliğindeki hayvanların napolyona karşı isyan etmesini istememden ne farkı var.

gelelim üçüncü maddeye;

biliyor musunuz, üçüncü maddede getirilen eleştiri benim troçkist*(*şu kelimeye de ısınamadım gitti )olmamın asıl sebebi aslında. ortada byetmiş yıllık bir deneyim vardı. ve bu deneyim, hiçbir askeri müdahale olmaksızın iflas etmişti. bir şeylerin yanlış olduğu ortadaydı. ve, stalinistlerin getirdiği açıklamalar beni tatmin etmekten uzaktı. sucu kruschev ve gorbaçovun üzerine atmak kolaycılık gibi geliyordu bana tarihi tek tek bireylerin değiştiremeyeceğine inandığımdan. neyse, sizi ideolojik öz geçmişimle sıkmayayım.

ekim devriminden sonra ortaya çıkan işçi devleti, muazzam bir köylü denizinin ortasındaki küçük bir adacıktı aslında; ölümcül hastalıklarla doğmuş bir bebekti. bu bebeğin yaşamasının tek yolu devrimin avrupaya sıçraması idi ki, o da olmadı ve tarihin ilk işçi devleti tarihin en korkunç tiranlıklarından birisine dönüştü. bu konu, üzerinde kitap yazılacak kadar derin olduğu için uzun uzun işleyecek halim yok. sadece şunu söyleyeyim: rusya'da bürokrasi iktidara, orwell'ın iddia ettiği gibi proletaryanın koyunluğu yüzünden gelmedi. rusya'nın özgül koşulları yüzünden geldi. eğer siz, aynı özgül koşullar altında, aynı uluslar arası atmoferde, bir tek ülkede sosyalist bir deneyim oluşturmaya çalışırsanız, çok büyük ihtimalle aynı sonuçlara ulaşırsınız. yine de bu, ne bürokrasiyi, ne de bürokrasinin iktidarı karşısında pasif kalınmasını meşru göstermez.

hayvan çiftliğinin finaline geri dönelim. hayvan çiftliği, sonuçta bir roman. yazarlar, romanlarında gerçekliğe katı bir şekilde bağlı kalmak zorunda değildir. üstüne üstlük, ben, romanların ana fikirlerinin finallerinde gizlendiğine inanırım. finalde yapacağınız küçük değişimler, romanın ideolojik konumlanışını baştan başa değiştirir. eğer hayvan çiftliğinin finalinde domuzların kafa tasları hayvanların toynakları altında paramparça olsaydı, roman sosyalist fikirlerin herşeye rağmen hala mümkün olduğu mesajını vermiş olurdu okura. mevcut hali ile ise, en iyi ihtimalle nihilizme götürür okuyucuyu.
"yine de meteliksiz kalmanın bana kesinlikle öğrettiği bir iki şeyi gösterebilirim. bir daha hiçbir zaman berduşların sarhoş birer ahlaksız olduğunu düşünmeyeceğim, bir peni verdim diye bir dilencinin bana minnet duymasını beklemeyeceğim, işsizler uyuşuksa buna şaşmayacağım, selamet ordusuna para vermeyeceğim, giysilerimi rehine koymayacağım, sokakta birisinin uzattığı el ilanını geri çevirmeyeceğim, şık bir restoranda yediğim yemekten tat almayacağım. bu, bir başlangıç."

paris ve londra'da beş parasız - george orwell

yaşadığı yüzyılın vicdanı yazar.