derviş ağladı. kan çanağından farksız gözleri, yorgun düşmüş boynuna direnmeden yere bakıyordu şimdi. ciğeri püryan olmuş, odayı yanık kokusu sarmıştı. güzel yaratılanlardandı. her daim tebessümle karışık müthiş bir hüzün ifade ediyordu siması. sırtı tevazudan dolayı bir hayli kamburdu. bir yere gideceği zaman, ellerini birbirine bağlar, kafası önde yola koyulurdu. gerekmedikçe dergahtan çıkmaz ama adem olmasından dolayı gönlü bazen başka dergahlara iltica ederdi. bu seferki yolculuk çok farklı olmuştu. günah, bedene çatmış ölüm gibi soğuk gelmişti ona. o ölüm ki, birçok yaşamdan güzel gelirdi niceleri. şimdi korkuyordu oysa. arınmadan, verilene layık olamadan ve büyük muhabbete ortak olamadan gitmenin hadsiz üzüntüsü çökmüştü ruhuna. ''böyle mi gidecektin ey fukara?'' diye geçirdi içinden. sonra korkusunu anladı. her halin izahının nefis ve vicdan olduğunu tekrardan belledi. ''o bana yeter!'' dedi. elleri şimdi daha serbestti. çıplak ayakları dahi üşümekten feragat etmişti. başı mahçupluğundan taviz vermeksizin, ümit ve teslimiyetle yukarı kalktı. şimdi ileri doğru bakıyordu. o'nu hiçbir zaman göklerde aramamıştı, bu sefer de aramak niyetinde değildi. kapıya baktı, içinden; ''buraya kadar geldiysen, buyur etmek gerekir'' dedi.
kapı açıldı. yanılmamıştı. yıllardır dergahtan çıkamayışının, çıktığında ise kirlenen bakışlarının sebebini anlamıştı. eşikte duran günahtı. onun günahları. çoluk çocuk hep birlikte, misafirliğe gelmiş gibiydiler. yıllardır, bıkmadan usanmadan ve en önemlisi kapıyı dahi çalmadan içeri buyur edilmeyi beklemişlerdi. aslında tek dertleri davet edilmemekti. emrolunmasaydı icabet edecekleri de yoktu şüphesiz. lakin onları oraya gönderen başkasıydı. o emretmişti, günaha gitmekten başka çıkar yol kalmamıştı. ''günahın tek güzelliği, ona yapılan tövbedir'' o kadar kirliydi misafir. ama kapıya kadar gelmişti, belli ki bir meramı vardı. onu oraya getiren, insanoğlundan çok daha merhametli olandı. belli ki, nefes kesilene kadar mühlet vardı ve kimsenin kalemi kırılmamıştı yüce mahkemede. yine bir şans, bir lütuf duruyordu kapısında dervişin. bir anda titremeye başladı, geçen zamana küfretmek geldi ki içinden, günahların yüzleri güler gibi olunca vazgeçti. kadere tevekkül etti ve nasibinin şu an olduğuna kannat getirdi. onları aşağılamadan, hor görmeden, kendinden olduğu şuuruyla içeri buyur etti. somurtarak girmek zorunda kaldılar.
içeri girdiler, her taraftaydılar. derviş sayılarının çokluğuna hayret etti. gözleri faltaşı gibi açılmış, nefesi hızlanmıştı. yutkundu, sonra usuluca yere oturdu. yardım diledi. kimse geri çevrilmiyordu o divandan. hemen birkaç inayet damlası serpildi üstüne. şimdi biraz daha rahattı. başını kaldırdı, kin ve nefret kusan bakışlara aldırış etmeden karşıda oturanın gözlerinin içine baktı. hedefe kitlenmiş bir pilot gibi hissediyordu şimdi kendisini. hem özgürlüğün doruklarında ve bir o kadar da tehlikenin içinde. affedilmeme endişesini elinin tesiyle itti. artık daha da güveniyordu kendisine. onun esiri olmanın hiç bir yararını görmemişti. kabul etmeden ondan kurtulmanın ise imkanı dahi yoktu. hepsini çevresine topladı. şimdi herkes ayaktaydı. derviş ortalarına geçti. ellerini kaldırdı ve haykırdı: ''pişmanım, acizim ve sana muhtacım'' göz yaşları hiç bu kadar yüksek debiyle inmemişti. ilk damla yere düştü ve günahın bir çocuğu öldü. günaha çılgına döndü ve ona kendine gelmesini, onsuz olamayacağın telkin etmeye çalıştı. derviş ağlıyordu, kendinden geçmiş, günahla aynı dili konuşamayacak haldeydi. duymuyordu, onu görmüyordu. yer sırılsıklam olmuş, nihayetinde dervişle o yalnız kalmıştı. derviş haykırdı tekrardan, içindeki nefis namaza duracaktı nerdeyse; ''sana da tövbe. git kabulüm olarak bir daha gelmemek üzere'' ve yok oldu nefisten vücut bulan günah. şimdi derviş yine yoktan varedenle birlikte tek başına kalmıştı. şükür etti ve kabuliyetin şerefini tasdik etti. ''ne olursa olsun'' ondan geldiğini ve yine yüzleşmek zorunda olanın kendisi olduğunu anlamıştı artık. günahı kapıya getirenin, fakir bedenine yanlışlarından kurtulmak için fırsat verdiğini anlamıştı ve kapı açıldığında ilk sözü; ''gel ne olursan ol gel'' olmuştu. ''gel ve ibretim ol!''
kapı açıldı. yanılmamıştı. yıllardır dergahtan çıkamayışının, çıktığında ise kirlenen bakışlarının sebebini anlamıştı. eşikte duran günahtı. onun günahları. çoluk çocuk hep birlikte, misafirliğe gelmiş gibiydiler. yıllardır, bıkmadan usanmadan ve en önemlisi kapıyı dahi çalmadan içeri buyur edilmeyi beklemişlerdi. aslında tek dertleri davet edilmemekti. emrolunmasaydı icabet edecekleri de yoktu şüphesiz. lakin onları oraya gönderen başkasıydı. o emretmişti, günaha gitmekten başka çıkar yol kalmamıştı. ''günahın tek güzelliği, ona yapılan tövbedir'' o kadar kirliydi misafir. ama kapıya kadar gelmişti, belli ki bir meramı vardı. onu oraya getiren, insanoğlundan çok daha merhametli olandı. belli ki, nefes kesilene kadar mühlet vardı ve kimsenin kalemi kırılmamıştı yüce mahkemede. yine bir şans, bir lütuf duruyordu kapısında dervişin. bir anda titremeye başladı, geçen zamana küfretmek geldi ki içinden, günahların yüzleri güler gibi olunca vazgeçti. kadere tevekkül etti ve nasibinin şu an olduğuna kannat getirdi. onları aşağılamadan, hor görmeden, kendinden olduğu şuuruyla içeri buyur etti. somurtarak girmek zorunda kaldılar.
içeri girdiler, her taraftaydılar. derviş sayılarının çokluğuna hayret etti. gözleri faltaşı gibi açılmış, nefesi hızlanmıştı. yutkundu, sonra usuluca yere oturdu. yardım diledi. kimse geri çevrilmiyordu o divandan. hemen birkaç inayet damlası serpildi üstüne. şimdi biraz daha rahattı. başını kaldırdı, kin ve nefret kusan bakışlara aldırış etmeden karşıda oturanın gözlerinin içine baktı. hedefe kitlenmiş bir pilot gibi hissediyordu şimdi kendisini. hem özgürlüğün doruklarında ve bir o kadar da tehlikenin içinde. affedilmeme endişesini elinin tesiyle itti. artık daha da güveniyordu kendisine. onun esiri olmanın hiç bir yararını görmemişti. kabul etmeden ondan kurtulmanın ise imkanı dahi yoktu. hepsini çevresine topladı. şimdi herkes ayaktaydı. derviş ortalarına geçti. ellerini kaldırdı ve haykırdı: ''pişmanım, acizim ve sana muhtacım'' göz yaşları hiç bu kadar yüksek debiyle inmemişti. ilk damla yere düştü ve günahın bir çocuğu öldü. günaha çılgına döndü ve ona kendine gelmesini, onsuz olamayacağın telkin etmeye çalıştı. derviş ağlıyordu, kendinden geçmiş, günahla aynı dili konuşamayacak haldeydi. duymuyordu, onu görmüyordu. yer sırılsıklam olmuş, nihayetinde dervişle o yalnız kalmıştı. derviş haykırdı tekrardan, içindeki nefis namaza duracaktı nerdeyse; ''sana da tövbe. git kabulüm olarak bir daha gelmemek üzere'' ve yok oldu nefisten vücut bulan günah. şimdi derviş yine yoktan varedenle birlikte tek başına kalmıştı. şükür etti ve kabuliyetin şerefini tasdik etti. ''ne olursa olsun'' ondan geldiğini ve yine yüzleşmek zorunda olanın kendisi olduğunu anlamıştı artık. günahı kapıya getirenin, fakir bedenine yanlışlarından kurtulmak için fırsat verdiğini anlamıştı ve kapı açıldığında ilk sözü; ''gel ne olursan ol gel'' olmuştu. ''gel ve ibretim ol!''