vaktiyle istanbul'un uyduruk bir mahallesinden mahallenin sıfatını tamamlasın diye özellikle o hatta konulmuş uyduruk bir otobüsle taksim'e çıkıyorum. bakın buradaki çıkmak sıfatı tümüyle sosyokültürel bir algıdan kaynaklanıyor, örneğin ben onca zaman maltepe'den gülsuyu'na çıkmadım ama hep taksime çıktım, demek ki gerçek rakım ölçüsü farklı. otobüsün arka kapısının önündeki direğe yaslanmış, trafiğin yarattığı migren tesirini en aza indirmek için bir şey düşünmemeye çalışıyorum. kapının ve dahi benim hemn önümdeki iki delikanlı konuşuyorlar. bu delikanlılar ki tekstil ya da benzer bir işte çalışan, sıkça iş değiştiren, ucuz kokuları kırsal kökenleri, jöleleri ve deklase varlıklarıyla herhangi bir gop, merter, esenyurt otobüsünde her zaman rastalayabileceğiniz sıradan tipler. dolapdere civarında travestileri görüp başlıyorlar dalga geçmeye. geç kalmış ergenliklerinin bütün sivilceleri ve öğretilmiş homofobileriyle, e o tipe has yaygaracılıkları ile biraz da yüksek ses ve sinkaf bulaşmış cümleleriyle. müdahale edemeyecek kadar bıkkınım ki zaten müdahale etmeyi de pek hoş bulmuyorum, ben, üniversite eğitimini yarıda bırakıp onların kurtuluşu için onların arasına dalmış münevver, ben, büyük kurtarıcı, hadi oradan!
muhabbet dönüp dolaşıyor, bir kıvama geliyor, biri diyor ki: "e aga onlarınki de ekmek parası", "he ya" diye hak veriyor diğeri, gözlerinin feri sönüyor.

***

o aralar sanırım zweig okuyorum. zweig üzerine bir tartışmak burada anlamsız. yine de zweig'in sosyalizm anlayışının 60lar ve 70lerdeki felaket çağırıcı maoizm ve sovyetler öcüsünün doğal sonucu nihilizmin etkisindeki gerçekdışı sosyalizmden çok marks'ın anlayışına yakın olduğunu düşünüyorum. sanırım mektuplaşmalar'da zweig mealen şöyle diyor: "yoksulluk hiç de erdemli değil, yoksulların doğal bir erdemliliği yok, yoksul nankördür, uğursuz ve kötüdür." kitabı bulamadığım için tümüyle götümden uyduruyorum elbette, ama üç aşağı beş yukarı budur.

yeğenlerim özel okullarda okuyorlar, basit bir oyuncak için bir arkadaşlarını dövmek akıllarına gelecek şey değil, aksine yeşilçam'ın bütün iyi çocukları gibi harçlıklarını lösemili çocukların adını alçakça zikreden şeker makinelerine yatırıyorlar (samimi bir bilgi; bu makinelerin her biri için vakıfa aylık 15 tl ödeniyor). oysa o uyduruk mahallelerde bırakın oyuncağı, basit bir taş için birbirlerinin kafasını yarar çocuklar. gerçek habil ile kabiller oralarda yaşar, en ufak şey için kardeş katlinin mitosları orada yazılır. hakkani olan da budur, yoksulluğun erdemi ne olabilir ki gerçekten: kabulleniş? hayır yoksul, nankör olmalı, "ekmek yediği kapıya" ihanet etmeli, uğursuz ve kötü olmalı, sürekli aç olan karnını doyurmaktan başka şey düşünmemeli, bu uğurda her alçaklığa soyunabilmeli. piramitin üst katlarındakilerin erdemlerinin ağırlığı en alt katta bütün heybetiyle bir ahlaksızlık yuvası yaratamıyorsa, dünya gerçekten de tanrı'nın cennetidir. oysa gerçek cennetlerin kapıları altın tokmaklarla değil baltalarla açılır ve kirli ve cüzzamlı ve yaralı ellerle. oysa londra'nın evsizlerini charles dickens değil jack london bilir ve evet yavrucuğum çinçin melek değildir, bir şişe adi şarap için kafa kesendir.

***

yoksulluğun çokça övülen erdemi, kabulleniş nerede başlıyor. "cildi parlak kağıt kaplı pahalı kitap"larla aşılanmıyor, bu aşıyı yiyenler biz münevverleriz. kabullenişin sihirli kelimesi "lütfen" değildir, o walt disney hediyesi ailece izlenebilir pazar sinemalarının münevver adayı çocuğa hediyesi. kabullenişin sihirli kelimesi "ekmek parası". kendimizinkinden başlayarak herkesin köleliğini, yaşamlarımızdaki anlamsızlıkları, evrenin bütün kolektif acısını, tüm alçaklıkları, dolandırıcılıkları, yetim hakkı ve yetmeyen haklarımızı meşrulaştıran, kabullenişimizin büyük sırrı: ekmek parası. bana daha sihirli bir kelime de söyleyebilirsiniz ama teoloji başka iştir, hem ekmek derdinin olduğu yerde bütün insanlar inançsızdır.
lyonlu ddokuma işçileri 180 yıl önce barikatlara yazdılar:
"çalışarak yaşamak ya da savaşarak ölmek!"
torunları alınlarına yazıyorlar:
"ekmek parası için çalışmak!"
hayatın minimum 30 yılının her gününün 10-12 saatini çalışarak geçiriyorsak ve bunu ekmek için yapıyorsak, hiç değilse ben "ekmeğini yediğim vatanın kurşununu da yemeye" razıyım, yetsin artık!

***

taksim otobüsünün uyduruk seyrinde iki lümpen delikanlı, kendileri için çizebilecekleri en korkunç kader karşısında travesti olmak karşısında yüce bir kabullenişe varabiliyorlarsa, meşru olmayan tek suç yoktur evrende. isyansa ekmeğe ihanet.