künyemde ahırlar yıkılı, sen olmadan konuşmuyorlar; künyem saadet asırlarında asılı, sallansalar da inmek bilmiyorlar.

hurma dalları eğildiğinde bedeviler, diğer bütün halklardan ayrı bir iş eyler, karşılarına geçip kocaman bardaklarda çay içerlermiş. bedevilerin bardakları hurma dalları ne kadar dolu olursa o kadar büyük olurmuş. camcılıkta özel bir zanaat edinmişlikleri olduğunu sanmadığım bu halkın bu hüneri gösterebileceğini aklım kesmese de hikayeye kandım. bir kere bedeviler ne vakit çölde bir yunus ölsü görseler çay içerlermiş.

künye tutmuyorum, bütün künyeler zincirlere asılı; zincirlerimden bilmediğim kadar çok çekiliyorum.

vaktin birinde bir zat varmış, her işi bilir, her işe koşturur, devrin padişahı ona kimselerin giremediği mahzenin anahtarını vermiş. mahzene bekçi olan zat tenezül edip de açmamış kapıları. kapıları saf maun kırılmazmış, ve kafka daha dünyaya gelmeden önceymiş.

künyeme kazılı olmasa bunlar, meraktayım yine burada olacak mıydın; ağlamadığım zamanları hatırlarım hep, gerçekten yerime ağlar mıydın?

bir dere boyuna oturmuş bir şehzade de düşünmüş iktidar sahibi olunca yapacaklarını, önce silecekmiş yoksulluğu ülkesinden, sonra şairler çağırıp acem ülkesinden onlara bu yeni dilde şiirler söyletecekmiş, hekimler buacakmış garbtan ve alimler bütün kainattan. düşünmüş şehzade, yapacaklarını bir bir, bir mutluluk ülkesi kuracakmış. o saadetle daldığı rüyada kesivermiş küçük kardeşinin yolladığı cellat boğazını, babası gece yarısı tahtı boşaltmış.

künyem hürmet etmediyse ellerinin hünerine, künyem seni kahır bilmediyse, affola, künyem bu, şarkılara uzak, sesi kısık.

yetim bir padişahmış, bütün iktidar sahipleri gibi yetim, bütün iktidar sahipleri kadar padişah, gören duyan olmamış, bir gece sabaha karşı haremindeki binyediyüzseksenyedi cariyeyi sayamayınca isim isim ve ismini unuttuğu vakit kendisinin ve gözlerinin rengine karar veremeyince gözdesinin ve kül olunca mangalında kor ve hadım haremağalarının kara siluetleri horlayınca sabaha karşı

padişah ağlayıvermiş.

babasından miras bir künye, babasından miras ince dudaklı, gülüveren bir kudduse.
sabahlar kadar bilinçsiz, acıdan külfetli ve sunturlu bir küfür yağarken...

ah vah etmeyi bir yana bırakmış paşalar, servetlerini sayarken kuruşları eksik tutmazlarmış, kuruşlar kararıp solduklarından onları gül şerbetlerine yatırırlarmış. gün gelip gül üreticileri, greve gidince saray talepleri kabul etse ve güllerin tabaqn alım fiyatlarını yükseltse bile bunu ödeyebileceği kuruşların kararmış olduğunu farketmiş, saray gülün adını lavinia koyuvermiş.

bakma kollarıma,çizikler var; baktığın kadar ama ben sana bakıyorum, gözlerinde çizikler, bak kollarıma, yüzüme değil nereye olursa...

bahar vakti bir cariye soyunup çırçıplak sarayın avlusunda koşturmaya başlamış, onu gören nice asker ve paşa ve personel şefleriyle birlikte katledilmiş. ilk kapak kızı dolmabahçeplay'in o gece padişahın rüyasına girivermiş.

sağ elinde bir kalp var, seninki olmadığını biliyorum, olsaydı saklamazdın, sağ elin dudaklarının ince kıvrımlarını da saklıyordur

kazan kaldırmaya niyetli yeniçeriler, gözden ırak olmak için galata'da toplanmışlar. hikaye saraya kadar gitmiş, önlemler alınıp duvarlar denetlenirken saray bahçıvanı kahyaya durumu anlatmış: "bir ingiliz, bir fransız ve bir türk...." sarayda o gün çok gülmüşler ve bir akıllı hatırlatmış gerçeği: "ir ermeni, bir rum ve bir kürt..."

sürgünlüğü sorgulu sevgilim, sen mi uzaktasın ben mi ve bir köprücük kemiğinin imtiyazıyla birleşen. yollar küslükten başka masal bilmezler...

sancak bulamayıp çarşafları diken askerler, şaşırmışlar yanlarına varan düşmandan, ateş edecek mermileri olduğu halde durup beklemişler. iki taraf birbirinin dilini bilmediği için çok komik haller almış, asker kanlı bir bez parçasına sarmış ilk gördüğü cisimleri.

bgbid'i severim, toyluğundan ve biliyorsun seni sevmeyi bir türlü engelleyemedim, bu da benim toyluğum mu, olsun!

bozkırlı bir şehre girip asker selama durduğunda şaşırmış önce yeni sultanın sakalsız oluşuna, emir gelmeseymiş zabitten hatta kel erzincanlı çavuş, çavuş hüseyin bağıracakmış süngüyü, asker ağlamayacakmış halife efendinin sakalının bir yunan topuyla yandırıldığına.

hikayelerimi dinlemedin, sarı-yeşil kanepenin uyluğunda... sarı-yeşil beni bilemedin. kahır vakitler, kahır perdesinde karar etti, sen edemedin.

bir vakit çarın 5 oğlu varmış, dert olmuş ölünce yerine kimin geçeceği, kura çekmeyi denemiş, kibritler çürük çıkmış. çar çok üzülmüş, en küçük oğlunu alıp kucağına ava çıkmış, fakat koşarken bir tilkinin ardından atıyla oğlan dereye uçuvermiş. çar, çok üzülmüş. bir büyüğünü alıp gezmeye gitmiş ülkesinin her bir karışı babasından helal kalmış ülkesinin dağlarını, toprak dinlemeyince tanrının gölgesinin sözünü oğlanı kar altında bırakıvermiş. elemiş onlardan birbüyüğünü ve en büyüğünü alıp sayfiye yerinde denize girmiş, dalgalardan beğendiği birini seçip, oğlanı ısmarlamış, almamış deniz ama. çar karar vermiş büyük oğlanı veliaht etmiş. üç küçük domuzcuk bu sırada tuğla evlerine pak siding çekmekteymiş, kurt aç.
kehanetin aslı söylenmemesinden geliyor, hiç hatırlatmadım saçlarının kızıl tonlarda bayrak gibi olduğunu, belki ben sanmışımdır.

bir fakir varmış, eline ekmekten öte ancak tuz geçen. köprünün başında dilenirmiş, bir gün önüne düşen bir büyük paraya sevinmiş, çok hayaller kurmuş, hayalinde o parayla açtığı dükkan, içine doldurduğu mallar, sonra itibar ve şeref varmış. polisin biri eğilip almış parayı mendilden, bu da buranın kirası olmuş, köprü esnemiş biraz, balıklara uzaklaşmalarını tembih etmiş.

saçlarını elime aldığımda canlı bir yan bulamadım, saçların ne çok sevmişler benim dışımdaki kimyasal dünyayı, saçlarına bakıp elime almak istedim, yine de kesemedim kafanı.

sarı bir lahana düşmüş önüne bir gün pek muteber şahsın. yemeyip yanında yatmayı düşünmüş, yedirememiş, kul hakkı vardır diye kenara koysa bozulacakmış. o hafta ava çıkıp iki büyük dişli yaban domuzunu avlamış, kebapçenin yanında götürmüş lahanayı, elbette turşuların sırrı içlerine konulan sarımsaktaymış.

saçlarıma dokunduğun vakit utanmıştım, belli etmediysem hediye kalsın. ilk beyaz teli 19 aralık'ta görmüştüm, yine de yumuşak ve insancalar farkettin değil mi?

bir bahar sabahı güneşle uyanıp kırlara fırlamış delikanlı, dokuz ağaçtan yedi meyve koparıp önüne koymuş, fal bakıp sevdiği kızı seçecekmiş hesapta, ağaçlar kurtlu çıkmış, dut çok bilindik bir numarayla sallanınca meyve veriyormuş.
korkunç bir şark çıbanı geliyor ne vakit elimi atsam çeneme, sırtımdaki ağırlık giderek çekilmez oluyor, gülüyorsun değil mi?

bir zaman galatalı bir kilise şövalyesi ile birlikte at sürüyorduk, ben bir ara fazla yobaz görünmüş olmama yol açacak şekilde kafirliğe sövdüm. bana o vakit şu hikayeyi anlattı:
bir galatalı, bir beşiktaşlı ve bir fenerbahçeli kilise şövalyesi kutsal tarikatlerinin bütün güçlerini arkalarına alıp tanrı'nın hangisine daha yakın olduğunu tartışmaya başlamışlar. her biri kendi lehçelerinin tanrının dili olduğunu iddia ederlermiş. kararsızlık anında gelen bir öneri ile tanrıyla konuşabilen tek adama, patriğe bunu sormaya gitmişler. ve patrik onlar için sorularını tanrıya iletmiş.
şaşırarak sordum, "peki tanrı ne söylemiş patriğe"
o vakit şövalye hafif bir istihza ile yanıtladı: "tabii ki galatasaraylı olduğunu"

ellerim uyuşuyor sabahları biliyorsun, kolumda saç taneleri bulduğumu sanmam yol açıyor ve öyledir ya sakat askerler uzun zaman kopan uzuvlarının ağrıdığını anlatırlarmış.

yahudi, van havliyle daldığı kilisede karşısına çıkan zayıf, yaşlı ve kel keşişi yakalamış. keşiş, ne olduğunu anlayamadan, yahudi yalvararak domuz eti ve şarap istediğini söylemiş. keşiş oruç zamanı olduğunu ve paskalya'dan önce bunları sunamayacağını, hem kilisenin kutsal sofrasına bir sünnetliyi almalarının doğru olmayacağını belirtmiş. "fakat" demiş yahudi "bu gece kıyamet kopacak hemen sizin dininize geçip, tövbe etmem lazım. ticareti severim dostum lakin cennet teklifinizi tepemem" keşiş kıyamet lafını duyunca titremeye başlamış ve tanrının yoluna bir kafiri çekmenin getireceği sevabı hesaplayarak yahudi'ye domuz ve şarap çıkarmış. uzun uzun yemiş yahudi, yemiş geğirmiş, yemiş geğirmiş. sonra keşiş vaftiz zamanının geldiğini söyleyip yahudiyi tekneye sürüklemeye başlayınca, yahudi "tamam" demiş "kıyamet kopmayacakmış boşuna heyecanlanmışım, sadece açlıktanmış, formaliteleri sonra hallederiz" diyerek kiliseden ayrılmış, çıkarken ıslık çalıyormuş.

beynimde bir ur olduğu umuduna kapılmıştım bir zaman, evren kendimi çoğaltmadan yokolmama hükmetmişti ve dahiyane bir plandı. kasıklarındaki sivilce yerli yerinde, bunu gördükçe kader daha bir huysuz oluyor, evren benimle çok zaman aynı kanaati paylaşmıyor.

bir trol varmış uzak kuzey ülkelerinin mağaralarında yaşayan, bir sabah evinden uzaklaşmış, bir av peşinden. avını uzun yollar kovalamış, sonra bir köy yakınında bir şövalye ile karşılaşmış. şövalye ayrıca bir kontmuş ve ona doğru sürüp atını baltasını kaldırmış (kuzeyli şövalyeler baltayı kılıca tercih ederler) trol, sadece kenara çekilmiş. ne uzun kollarını kaldırıp kendini savunmuş trol ne elindeki labutu savurmuş şövalyeye, genizden gelen bir sesle aşkını ilan etmiş sadece. şövalye çeyizini sormuş, mağarasındaki altınları ve değerli taşları anlatmış trol, bir insana göre yüklü bir servetmiş. kilisenin iznini almaya gitmiş şövalye ve o gece ikisi için de bir daha sabah olmamış.

saçlarım hala dökülüyor bir de söylemeyi unutmuşum, kına mı iyi gelir demiştin?

patrikhaneye yeni atanan bir köy rahibi varmış, bazilikayı saran demir parmaklıkları bir türlü anlamamış.

bu başlıkları komple outleth'e mi taşısak, ne dersin?
bir tarafını dönüyorsun, deniz var orada -eminim!- öbür yanın sürekli tarlada harman dövüyor.

saçlarına ak düşmeye başlayınca bir büyücü köyüne kaçıp orada muskalar üfürmek istermiş, büyücünün doğurganlık büyüsü tutmayınca boynu vurulmuş.

kolunu kaldırsan, elini sallasan, nasıl mutluluklara çağırırsın, güzel olduğun kadar hamaratsın.

aziz afistafeles yolda bir fahişe bulmuş bir gün, fahişe zenciymiş, kıyamamış aziz, durup sormuş, fahişe belli işinin ehliymiş. o gün yoldan çıkmış aziz ve kilisenin altınlarından ağırca bir dirhem bırakmış oraya. sonraki gün sonraki gün ve sonraki gün... aziz müptelası olmuş kara ayın. bakmış olacak gibi değil, fahişeye demiş yakında bitecek değirmenin suyu ve kasanın anahtarlarını alsalar elimden, seni nasıl doyururum, hak yola dön ben de aziz olayım. inanmayacaksınız sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.

kırsalda bir şimşek çakması, bayraklara inandığımdan değil, hoşuma gidiyorlar, satensi korlar var küçücük bedeninde bakmadın mı hiç?

yahudi yine bir hinlik düşünmüş, varmış caminin avlusuna bir cuma vakti toplayıvermiş sadakaları. yanında müslüman dilenci şaşmış bu işe, sormaktan çekinmemiş. yahudi vre, demiş, sen haramsın ben helal, ama akçeleri sana boca ederler, nasıl iştir bu. yahudi kişnemiş:
beni döndü sanırlar beni döndü sanırlar! çüküm de sünnetli ama usulü farklı...

kırk kere ses etsem, sessizsin, kırkbin diye bir sayı yok, habersizsin. karartı diyorsun, savaşa çağırırlar ama beni öyle olursa.

kabahattten içeri atmış birini molla, kabahati belli ki büyücenek, hoş görmemiş, molla oturmuş çayını içmiş, e birader demiş nasıl oluyor da sohbet etmeye senden başkasını bulamıyorum. kabahatli sinirli sinirli bakmış: oybirliği derler, oybirliği derler diye söylenmiş, molla o akşam mideyi biraz boşmuş.

ötesi berisi hepsi saç rengi, aslında bakmıyorum bile, yani umrumda değil, sen niye beyazlamıyorsun ki, elinin altında deniz, karanlık ay vakitleri beyaz saçların, olabilirdi, olabilirdi, az daha olabilirdi.

yahudi çevirmiş yeniçeriyi, evvelden bir yahudi kesmişsiniz onun kanını alacam demiş, yeniçeri, belediyede çalışıyorum abi, ekmek benimkisi, temsili mehteranım, alakam yok demiş. son derste öğretmen herkesi her şey için serbest bırakıp, tuvalette kokain çekermiş.

bir anlatamadım, aldandığım saçların değildi, değildi ve of bir kocaman.
halim sendedir, ne kadar zaman olmuş bana söz edeli ve yalanlar söyleyeli.

sağır bir paşa varmış bir vakitler. ezan vakitlerini ayırt edemezmiş. "bana" demiş "öyle bir şey icadedin ki ayırabileyim kıldığım öğle mi ikindi mi"... paşa galiba devşirmeymiş ve galiba 40 yaşından sonra.

yazdığın iki satırı ve pişmanlığı anlıyorum, seni yine de eşek gibi bekliyorum, planlar yapmadan.

son ekmeği tıkmış ağzına papaz bir katilin, "bu" demiş "isa'nın etidir". katil annesini ve babasını öldürmüş, annesini yemiş babasını iftara saklamış.

aldanma yazdıklarıma, neriman'a ben yazmadım hem, düşündüm, tamam kabul, ama ben yazmadım.

sıkılmış paşanın oğlu, zamanları hesaplayadurmuş. ne vakit yükseleceğini... cin çağırmış akşamında kız arkadaşlarıyla, cin koyu katolik çıkıp sırlarını muhammedin söyleyince paşanın oğlu çıldırmış. vakitleri nutup haremde kaybetmiş kendini.

gelirsen kahveye gideriz, o kahveye veyahut hangi ve nereye istersen...
sesine taşınıyor zamanlarımızın zorluğu da -yanlarına biraz pirinç lapası bile almayacak kadar hazır cevap üstelik.
sesine taşınacaktı zamanlarımızın zorluğu da -niyeyse öğrenemedik nohutla kahve kaynatmayı.

"bak birader" demiş delikanlının biri, gözünün kestiği terso olmadığı belli bir tinerci evladını bulunca, "hak yola dönsen gene puştluk ederiz sana gerçi de belki haktan rahmet kazanırsın" bunu söylediğinde kalabalıkçana bir yerdeymişler. tinerci bir çapına bakmış, bir karşıdakinin çapına "efendin sana ekmek veriyor ama boynunu mu bağlıyor?" diye sormaya bağlayacakmış konuyu, kafayı toplayamamış. beriki nasihat üzerine nasihat. moritanya ülkesi işte ilk tinercisine tam olarak bu hikayenin ardından kavuşmuş, oranın -tineri de ucuz mübarek- bir okulunda olimpiyatlara çocuk yetiştirmeye yönelmiş, kafayı toplayamadığından çocukca'zlar öğrenememişler eliften sonraki harfi.

yokluğumuza ağlayacak kimse yok, ama çekip gidemeyeceğimiz de çok bizden belli be benim küçük sofyam, kara sofyam, koca gözlü, güzel sesli sofyam. bizi alacak olan çıksa biz bıkmamışlığımızı mı alacaktık sırtımıza yoksa çarşıdan aldık bir tane,cevap veriyorum nar, bizi isteyene çeyizimiz ne ki, memnun değilse cehennemimizden, cennet bize pek dar.

muktedir gayretkeşliğiyle övüyormuş bir şeyleri adam tezgahta, yanındaki tezgahta sütyen satarken üstüne giyinen sakallıya dönmüp kızmış: "utanmaz mısın bre, erkek adam, erkekliğinle alay etmeye?" öbürü oralı değil, sesleniyor çevreye, satışlar iyi ya. bir derken, iki derken, üç derken, dördün de hatrı kalmadan, kızmış muktedir övücü, ağdalı konuşmuş. sütyenci bakmış işin sonu yok "bre," demiş "sen de haklısın birader, lakin yol ve köprü ihaleleri takmıyor ki bunları", devam etmiş sırtında kederli bir kahkaha "ikizlere takke, ikizlere takke, yakında üçüz olacak, olmadan alın bir tane, ikizlere üçüzlere takke, takkeeeeeey!"

bak mesela benim sevdiğim bir hava var, yağacak gibi yağmur ama yağmamış, gıpgri mesela hava, klarnetle çalınsa ne süper olur, bak mesela ben çok severim klarnetle akordeonu, bir de seni dinlemeye bayılıyorum, keşke bir ara bana dönüp iri kızgın gözlerini birden sonsuza kadar saysan sadece, inan dinlerim ve inan gerçekte sözünü kesmeyecek kadar çok konuşuyorum.

paşanın biri alınmış...
la o başkaydı.
neyse madem paşanın biri alınmış, hesap kitap, savcılık, mahkeme, tanıdıklar adliyede, aramamışlar fakat eski dostlarının bazıları, paşa bir rüyaya yatacak olmuş o gece, ramazan zamanı rakılı kokteyller ve çokça kemik varmış aralarda, paşa tanıyamamış künyeleri bulunamadığından.

gidesin var, benim yok değil, ama çok mişliğim de olduğundan biraz tedirgin. bir balkon bulsak diyorum, yazın serin, kışın çok güzel konstrüksiyon döşenirim ben, sen bile şaşarsın. bu arada şaşar mısın ki, bunu büyük yeminler eşliğinde merak ediyorum.

adam demiş ki adam, "çok karşıyım insanların sessizliğine, ne varsa içlerinde söyleyebilmeli insanlar, yani isterim ki en olmayacak insan hoşlanıyorsa benden, itiraf etsin bunu, içinde kalmayıp..." adama demiş ki öbürü "hoşlanıyordum senden", "o kadar değil" demiş öbürü "benim dediğim ispanyol olmalı en azından, hatta italyan"... bilim üç adım gerilemiş gene.

bil bakalım "er kime?", durduğun kadar daha dur da sesini ipe dizip kışlık edecek zamanım kalsın, yapar mıyım, kesin, yapacak mıyım, bir kere siz adım atsanız sofya, çok mu olur o kadarı?
bir nehirden nasıl ki iki kez yıkanamıyorsam, aynı sesle iki kez aynı cümleyi kuramıyorum. tiner çekmişliğim de yok üstelik. ama olmuyor işte, giden ses bir daha aynı olmuyor tıpatıp. zorluk damlıyor zamanın kıyılarına, belkide birer çıkarma. savunmasız kıyılarım zapt edilmiş çoktan.

yokluğuna ağlayacak kimse yoksa, belki de ağlanacak bir şey kalmadığındandır. ağlanacak bir şey kalmadığı zaman, yani o zaman, ölüm kutsasın günahlarımı.
gözyaşı tükendiğinde yağmurlarda yağmayacak. damla damla cemre düşecek yolunu sürekli şaşırarak. intikam bayrakları çekilecek zamanın içinden. saçlarım renk değiştirecek durmadan. barış diyebilmek için beyazlaşacak, ap ak olacak dipten başlayarak.

dip boyası sunulacak teselli sofralarında. sentetik kokular saracak pazarları, tezgahları. insanlar kokacak ve korkutacak. dip boyası olmak zorundaysa bile kök boyasından olmalı. dibine kadar sentetik olan boyayı savurmalı bir hamlede, köküne inmeli boyanın. renklenmeli, illa ki olacaksa sarı ya da mavi ya da kırmızı olmalı. dibe kök yaraşır. dip köke.

itiraf labirentlerinin çıkmaz eşiğindeyken sözler, suskunluk hüküm sürer kıskançlığın açık kapılarında. düşlerin balçığına batmış ayaklar adım atmakta zorlanıyor. zor zamanlar*(*tümü z nin üstteki yazısından esinlendi).