çocuklukta kalmayanlardır, içte hep bir çocuğun yaşadığı düşünülecek olursa...

***
yaş 8, ağrı'da bir ilkokul...

herkesin ilkokulda her daim dalaştığı kadrolu bir belalısı vardır karşı cinsten. işte o resim dersinde bulduğu makasla senin saçının kuyruğundan azcık kırpar, sen onun çantasını camdan atarsın, toplu yakalamaca oynandığında birbirinizi kovalarsınız falan... neyse sözün kısası benim de özgür diye bir arkaaaşım vardı bu türden. vakit öğretmenin ders zili sonrası sınıfa girmesine az kala. adım her zamanki gibi tahtadaki yaramazlar listesinin pek saygın bir yerinde, yanında da hatırı sayılır çarpı, uyuz başkanımız kepçe kulak sümüklü burak sağolsun. !:ona hep böyle derdim, bir keresinde dayanamayıp ağlamıştı. :! tabi ar yok uslanma yok, özgür'le koşuşturuyoruz her zamanki gibi, ben bunu peşliyorum yine ne yapmışsa artık... pencere kenarına dayandığımızda, dolap, duvar , masa ve ben tarafından kuşatılmış olan özgür'ün muzip gülümsemesi belli belirsiz sönüyor ve korunma içgüdüsüyle savunmaya geçip hafif bir çaresizlikle pısıyor. o ana dek fena halde kaşınmış elimle pataklamaya her koşar adımda daha da heveslenmiş bana nedense tuhaf bir biçimde öyle bir sevimli geliyor ki, (sizi fesat düşünmekten men ederim! o yaşta ne arasın şehevi duygular, lütfen!) yarı bilinçsizce, aniden, belki ne oluyor anlamadan, yani kendime hakim olamadan... ya işte her neyse yanağından bir makas alıp şap diye öpüveriyorum abi çocuğu. akabinde kendime geldiğimde bir elimi ağzıma kapatmış olarak etrafı kolaçan ediyordum, kimse gördü mü, rezil olduk mu gibilerinden. tabi elli kişilik sınıfta okumanın getirdiği bir avantaj olan hengamede benim çılgın ve bilinçsiz eylemimin neyse ki fark edilmemiş olduğunu görerek rahatlıyor ve "betty özgür'ü seviyooooor." temalı melodik alaylardan duyduğum korkuya veda ediyorum. çillerine kadar kızarmış olan özgürse normalde süt gibi olan o esnada ise yangın yerine dönmüş suratındaki öpücük mahalini eliyle tutmaya ve ağzı açık bakakalmaya devam pozunda donakalmış vaziyetteydi.

ne zaman çözüldü hatırlamıyorum. ama bir iki gün çocuksu bir utangaçlıkla birbirimizden köşe bucak kaçtıktan sonra, her şeyi unutuverip sıfırdan başladık.

dalaşmaya yani.

***
yaş 9, aynı ilkokul...

okulun koridorlarında koşuşturduğum bir gün. okul feci kalabalık, teneffüsteyiz tabi. kovaladığım eleman pat diye karşımıza çıkan atatürk köşesi'nden alkışlanası bir kıvraklıkla sıyrılırken, beşinci sınıfların sıkıştırmasına kurban giden ben köşeyi yerle bir ettim desem yalan olmaz.

olay sonrası beni tahtaya çıkararak azarlayan öğretmen karşısında en zoruma gidense karşısındaki eğik başı azdırdığı suçluluk duygusuyla daha da eğdirmekten her daim sadistçe zevk alan öğretmenlerin genel tavrının bir yansıması olan şu sözler : "kendine gel çocuğum ne oluyor sana böyle? bak bülent *(*sınıfın delisiydi.) bile senden akıllı."

ama başım eğilmedi, tersine, yapmayın doktor durumum o kadar mı kötü konulu bir şaşkınlık manevrasıyla dikeliverdi.

***
yaş 10, aynı ilkokul...

bu okulda da ne vukuatlarım olmuş vre! yalnız bu seferki öyle böyle bir vukuat değil. vali yardımcısının kulağına gitmiş bir olay; zira fail benim, mağdursa vali yardımcısının kızı.

uzatmama gerek yok aslında, birine arka çıktım, bu kalıbına tükürdüğüm de üzerime geldi ben de gözlüğünü kırdım.

aslına bakılırsa abukluktan sayılmaz; zerre pişman değilim. iyi yapmışım.

***
yaş yine 10, yer aynı...

bizim sınıfta ümit düştü diye bir çocuk vardı. geldiği günden beri soyadından türettiğim tekerlemelerle ( bir örnek: ümit düştü, logara düştü, b.k oldu üstü, annesi onu dövdü, kardeşi ona güldü falan falan...) canından bezdirmiştim çocuğu. ben olsam ağzıma bir tane çarpardım, çekilir mi lan sürekli?

neyse müzik dersindeyiz bir gün. ümit düştü şarkı söylemek için tahtaya teşrif etti. o zamanlar pek revaçta olan bir haluk levent şarkısını hayallerindeki kadına uyarlayarak söylemeye başladı :

"bir yaaarim olsun iiisterdim gözleri maaavi
bir yaaarim olsun iiiisterdim saçları saaaarı"

diye tutturmuş giderken ümit düştü, beni bir kahkahadır aldı, bir de ön sıradayım, ne sınıfın suskunluğu, ne öğretmenimin ikaz eden bakışları kesebildi krizimi. ümit düştü adaptasyon harikasının ortalarında bir yerlerdeyken ve detonenin de dibine vurmuşken bir anda artık dayanamayarak konserini yarıda kesti ve koyverdiği zırlamaları eşliğinde sırasına doğru koşmaya başladı. o esnada ben elimle sıraya vurarak gülmeye devam ediyordum, gözümden akan yaşlar düştükleri yerde kollara ayrılmışlardı bile.

öğretmenin tepkisinden şu anda bahsetmek istemiyorum.

***
yaş 12, ev... *(*hep okulda faaliyet göstermiş olamazdım ya?)

sıkıntıdan bayıldığım bir hafta sonu aptal kutusuna nazır koltukta uyuklarken o sıralar bir ufaklık olan biraderin sorusuyla uyandım:

-ablaaaaa, bu ne demek? (bu : efendim işaret parmağı ve orta parmağın arasına girmiş başparmağı ihtiva eden yumruktan oluşan o malumunuz hareket.)

-ıııııı... şey... ( ebeni... ne desem şimdi bu salağa? derken kafada ampul yanar ansızın ve suzan avcı kahkahası *(*çok pis atarım ) gelir: ) nıhahahaha, git anneme sor , o bilir.

pıtı pıtı mutfağa doğru yol alan küçük kardeşi sunacağı küçük pazar eğlencesi için minnetle izledikten sonra beklemeye koyulmanın üstünden çok geçmemişti ki validenin çığlığı evi sardı:

-hiiiiiiiiiiiiiiiii! sakın yapma onu bi daha yavrum. çok ayıp bir hareket.

-ablam dedi ki: anneme sor. *(*bunu hesaba katmamıştım işte!)

mavi ekran.

***
yaş 13, erzurum'da bir ortaokul...

inanılmaz sıkıcı bir gündü başlarda. okulun her zamanki sıkıcılığına tuz biber eken bir sakinlik vardı çünkü. ben bir şey yapmazsam kimsenin yapacağı yoktu. ben de sınıftaki kedi köpeklerden kolay ateşlenir bir çiftini gözüme kestirerek hain planlar yapmaya başladım. ezeli ve ebedi hasımlar begüm ve çağatay'ı seçtim. begüm'ün favori aksesuarı olan tacını bir an kafasından çıkarması hedefe ulaştıracak kapıyı araladı bana adeta, tutamadım içimden gelen o sancılı isteği, bunun tacı çaktırmadan alıp o sıra ortalıkta gözükmeyen çağatay'ın ağzı açık zavallı çantasına atıverdim. az sonra tacını aranmaya başlayan begüm ortalara düştü, potansiyel şüpheli çağatay'a çemkirdi, çağatay bu suçlamaları kabaca reddetti, ben çıkacak kasırganın heyecanından yerimde duramazken begüm heyecanımı tavan yaptıran çok şık bir hareketle bunun çantasını boşaltıverdi ve...

güzel kavgaydı.

***
yaş 14, aynı ortaokul...

yazdıkça tiksiniyorum kendimden, neler yapmışım böyle? bir kurban yetmemiş ikiye çıkarmışım.
ne diyordum, ortaokul evet. sıra arkadaşım cırtlak hande (beni onunla aynı sıraya oturtan türkçe öğretmeni hami'yi asla affetmiyciim.) matematik sınavında kopya vermedim diye beynimi şeetmekle meşgulken karşıma çıkan ayı uğur*(* ben takmadım bu adı. erkekler böyle derdi ) kurtarıcım oldu. zaten uzun zamandır muhterem sıra arkadaşımı gazlıyordum "uğur sana baktı.", "uğur sana bakıyor." diye. kızmayın bana canım çocukluk işte, o zamanın küçük eğlenceleri. ayrıca uğur gerçekten bakıyordu, yalan söylemiyordum. uğur'dan hiç hazzetmeyen hande bunları duydukça sinirden zıplıyor ve küfür dağarcığının en seçkin örnekleri uğur için geliyordu.

işte hande başıma ekşimişken ona şunları söyleyiverdim : " hande benden duymuş olma ama uğur seni seviyormuş.". ne olduysa o an oldu ve hande elindeki pembe janjanlı ciltle kaplı kitabını önce bir hışım sıraya vurdu sonra tuvalete seğirten uğur'un ensesine patlatıverdi. uğur'un hande için sarf ettiği sözlere ve elinden almasak onu neredeyse gebertecek kerteye gelmesine bakılacak olursa, uğur'un hande'ye karşı beslediği hisler hakkında fena halde yanılmışım.

***
yaş 20, üniversite...

içimdeki çocuk ne büyüdü ne öldü.

başıma ne geldiyse şu ders dinleyememekten geldi hep. sıkıntıdan öleyazdığım bir kamu maliyesi dersinde, önümde oturanın deriden kapüşonuna su dökmek bile açmadı beni. etrafa bakındığımda bizim sınıftaki kayserili arkadaşı dişindeki susamı simli ojeli tırnaklarıyla çıkarırken görünce dayanamayıp yanımdakini dürttüm. gülmeye başladı, ortak bulmanın keyfiyle a'ları hep gereksiz bir vurguyla, bastırarak söyleyen bizim kayserili'nin taklidini yapmaya davrandığımda olan oldu. fısıldama esnasında ne olduğunu anlamadan söylediğiniz bir hece üzerindeki kontrolünüz kaybolur da o hece sesli çıkıverir ya, işte bana da ondan oldu. bir mezzosoprano 'aaa' sı amfiye yayılırken, ben sıranın altına girmeyi bile düşündüm. taze profesör hoca ise bir yandan ders anlatmayı sürdürürken diğer yandan ejderha başlı koala görmüş gibi " bu yaratık sınıfa nasıl girmiş?" tarzı bakışlar fırlatıyordu bana.

bu olaydan sonra bir daha kamu maliyesi dersine girmedim.

not: kamu maliyesini bütünlemede verdim.

***
yaş 22, üniversite...

derste elim ayağım dursun diye, tanışıklığımıza güvenerek hocanın sırtını döndüğü anlarda bloknotunu arkasına yani bana doğru savuran ön sıradaki son kurbanım oldu. tiksinme hastalığına tutulmuş olan hijyen takıntılı bu arkadaş tahammül sınırlarımı öyle zorladı ki, ben de hassasiyetinden vurup artık aromasının yerinde yeller esen ağzımdaki sakızı defterinin arasında bir yere sıkıştırıverdim.

defteri açtığında iki sayfa arasında uzayan sakızı gördüğünde yüzünün aldığı dehşetengiz ifadeyi görmeliydiniz.

***
içimdeki çocuk, sen ne fenasın sen...