pasteldi. bakışları görünüşü, duyusu, hissdedişi, düşünüsü her şey başitan aşağı pasteldi. parıltılara metelelik vermeyen, sahte şeker pembesi hayatında var olmayan kimseydi. bu yüzden dolayıdır ki kendini kandırmıyordu - bir zamanlar yapıp vazgeçtiği gibi- ve kendini kandırmamanın bedelini gayet tabi ödüyordu, hem de ne bedel.

bu bedeli öderken hansel orospuymuş gratel ibneymiş laga lugalarına hiç bulaşmıp bana ne diyordu. çünkü bu laga lugalara yürek soğutmak içindi kendi gerçeklerinden firar etmek içindi onun firar etmek gibi bir lüksü yoktu ve bunu istemezdi.

paradokslar içinde debelenirken ve bundan keyif alırken - kimileri mazoistçe bir keyif diyebilir- kendisi de bu paradoklara katkıda bulunurdu. oysa bilinenni aksine paradokslar hayatı zorlaştırmak için değil yetenekleri geliştirmek için vardır. her zaman varolmazlar ama her sabah insanı karşılayan gölge gibi kenarda durup beklerler.

ilkbaharın hamlığı, yazın cıvıklığını çoktan geride bırakmış güneşli bir eylül günü gibi bu alemde süzülürdü.

oysa freni patlak bu devr-i devranda ilerliyelim sesslerinin sabahın köründe gaklayan karga misali çınçınladığı süzülmesi topallamakta. bir gecede bütün ezberlerin bozulduğu, bütün alışkanlıkların rafa kalktığı , hızın bütün anlamların içini boşalttığı ve anlamsızlığın baştacı edilmesi içerlemekten gayrı elinden bir şey gelmez.

isyanını durağanlaşmakla, tek kişilik cumhruyetine sığınmakla bulur. iki tane girişi surlarılar cevrili bu cumhuriyetin bir girişi tamamen kapalı diğer girişi açık ama kapısında ceberrut bir bekçi vardır ve bekçi kesici ve delici aletler konusunda bir maşrık-ı azam...

vel hasıl-ı kelam, ne demiş bakalım bertolt brecht:

avludaki erik ağacı bir küçük bir küçük,
benzemiyor doğru dürüst bir ağaca bile.
ama gene de parmaklıkla çevrili dört yanı,
korunsun diye güvenlik içinde.

büyüyemiyor, zavallıcık,
büyümeyi isterdi tabii.
çok az görüyor güneşi,
yapacak bir şey yok artık.

erik ağacı erik vermiyor hiç.
gel de erik ağacı olduğuna inan.
ama gene de bir erik ağacı o,
belli yapraklarından.