bugünlerde birşeyi fark ettim. çoktan beri ilhamım yoktu. ammavelakin bu yok dediğim şey esasında varmış fakat ben beyhude yere kendi kendimi yemişim.
peki ilham varken neden yazamıyordum yahut aklıma birşey gelse bile bezginlik yapıp klavyeyi çıtlatmıyordum?
oysa en berbart yerlerde en çok gürültünün olduğu yerlerde klavyeyi çıt çıt çıtlatır yahut kalemi beyaz kağıdın üzerinde dans ettirebiliyordum.
galiba bunun nedeni hınçlanmam kafa atıp dağıtmam gereken olguları artık doktor ne yerse yesin diyip allah kahretsin diyip çıt çıt yazmamam.
şüphe yok ki ilham da uyku gibidir. uyku bir daha kaçarsa zor gelir. ilhamda şüphesiz öyle bir şeydir.
uyku kaçtığı için mi insan sinerlenir yahut uykunun bir daha gelmeyeceğini bildiği için mi sinirlenir? aynı sorular ilham için de geçerlidir.
uykuyu zaptı rapt ettik diyelim uyuduk fosur fosur, yarına dinç kalkmak için horuldadık.
peki yarına niçin çıkalım?
neden niçin?
işte bir an gelir işte insan bir türlü de ölür işte. .. evet ölür, çünkü daha fazla yaşaması için çevresinde içinde de istek kalmamıştır artık. ne kadar basit değil mi? yaşama konusunda içinde istek kalmamıştır artık. yarın pek umursanmaz. yarınlar için doktor ne yerse yesin diyip geçer.
şüphe yok ki ilham içinde bu geçerlidir.
bu ilham ne işe yaranacak denir. neden niçinler kovalar. akan çeşme bir işe yaramazsa bir havuzda toplanmazsa o havuz da yüzülmezse o çeşme niye aksın ki?
ilham somuta geçmez, geçemez bu pozisyonda. çünkü ilhamı işleyecek onu ne bileyim mesela bir gökdelen yapacak olan kişi o ilhamı sadece kendi kendini eğlenmek için otobüs beklerken kullanır ve o ilham denilen tohum çınar ağacı olmadan heba olup gider.
bendenizin elbette ilhamı var. o yataklar kuruduğu vakit işin içine teknik giriyor. eh buarada teknikle yazdığım yazıları arz etmiyorum.
çünkü edinilmiş teknikle kaleme alınan şeyler yahut yapılan olgular sadece günü kurtarır. ama olguyu tüketen insanlara bir zaman sonra kabak tadı verir.
bu kabak tadı taktir edersiniz ki scot tipi viski tadına benzemez. kimileri viskinin tadını gaz yağına benzetse de hiç olmazsa bir tadı vardır. ama kabak tadının bir tadı yoktur yavandır, musevilerin hamursuz bayramında tükettikleri şey gibi.
duraklama devrine giren insan tekniğe abanır ama içinde deha olmayan teknik yapaydır yahut eski tükenmiş dehaların tekerrürden başka birşey değildir. kimisi bu tekerrürü çok ince cambazlıkla yapar kimisi ayan beyan yapar.
peki bu kadar kendini zorlamak ne için? neden insan kendini bu kadar zorlar?
neden iyi birşeyler yapabilmek için kıçını yere çakar. vaktiyle dag hammarskjold'ün buyurduğu gibi;
'kim -ya da neydi- ilk soruyu soran, bilmiyorum. ne zaman soruldugunu bilmiyorum. karşılık verdiğimi bile anımsamıyorum. ama bir yerde bir vakitte 'evet' dedim birisine -ya da bir seye- ve o saaten baslıyarak varoluşun bir anlam taşıdığından ve de hayatımın kendi kendine boyun eğmekle ... bir amaç kazandığından kuşkusuzdum...
o andan sonra 'geriye bakmak' ne demek , 'yarını düsünmemek' nedemekmis öğrendim. hayatın dolasık yollarından geçerek öyle bir yere öyle bir ana geldim ki, yolun aslında felaket olan bir zafer ve aslında zafer olan bir felakate götürdüğünü, canının adama bedelinin sitem olduğunu, insan için mümkün olan tek yüceliğin aşağılanma çukurunun en dibinde olduğunu kavradım'
buna birşey diyemeyiz. fakat canımız tatlı canımızı kolay kolay birşey adayamayız. birbirimizi yemeyelim. iç güdel olarak ne kadar yasarsak kardır deriz.
fakat canımızdan daha az değerli şeyleri birşeyler için adadığımız da bile sadece sitem duyarız. aslında adadığımız herney ise önemi yok.
bir bedel vardır. o bedelde sitemdir.
graham greene'nin doğu ekspressi kitabında aydın bir doktor vardı. bu doktor biraz eğitimi ve zekası kıt bir aileden geliyordu. doktor efendi okuldan mezun olduğunda ailesi onunla iftihar etmiş ama aralarında büyük bir boşluk olduğunu farketmişti. çünkü o bir doktor diğer aile fertleri ise sadece bir çiftçi idi. o mürekkep yalamış mühim şahsiyetti. artık onaramayacağı bir boşluk vardı. madem bir boşluk vardı madem bir yola girdi yolu sonuna kadar yürüyüp ne olacağını görmek için yaşamaya başladı ve yürüdü.
tevfik fikret'in söylemiş olduğu 'doğru bildiğin yolda yalnız yürüyeceksin' düsturunu vücuda getirdi. zorunlu doğru yoldu ama olsun elinde değildi ki. yaratılışı buydu istese de değişştiremezdi.
çünkü değiştirecek vakit çoktan geçmişti. belki belki ufak tefek değişiklikler yapılırdı ama kendini kandırmak olurdu. hani kuş serisinin sadece sinyalleri turuncu renkli sinyal camlarını beyaz renkli camlarla değiştirip a biz değişiklik yaptık diyip ahaliyi senelerce kazıklaması gibi bir durum olurdu.
insan değişebilir bir vakitten sonra ama bu değişme eşiği aşıldıktan sonra istesede değşemez. sadece kendini inkar eder. ama bir günm sanki bir camın kırılması gibi birden çoat diye inkar balataları görev yapğamaz olur kişi inkar ettiği kişi olur siddetle. hem de binbir çabayla edindiği zaferler bir hamleyle yıkılan iskambilden evler yahut dere yatağına kurulan ilk selde tarumar olan tır parkı gibi.
konu çok dağıldı.
aslında dağınık kalsın.
çünkü kompozisyon dersinde belletildiği giriş, gelişme ve sonuç bölümü yok bu yazıda. bir paragraf giriş, bir paragraf gelişme bir paragraf sonuç üslubuyla yazmaktansa imparator neron olarak anılmak yeğdir benim için.
saatler vardır hani. yelkovan akrep saniyeyi gösteren zımbırtılar vardır. analog saatler ufaktan ortadan yok olmaya yüz tutmaya başladı. bu analog saatlerin katranında akrep ve yelkovanın olmaması hatta saniyenin olmaması bir vakitten sonra farketmez.
çünkü zamanın bir önemi yoktur. ne yetişilecek bir devlet dairesi ne de mesai saatlerine uygun bir hayat ne de devlet dairelerinin öğle tatiline aman denk getirmeyelim işimizi olgusu hayatımızdan çoktan çıktı gitti.
saatler sıkışmış bir hayat bence insanın doğasına aykırı. çünkü insan bir makine değil ki proglanmış otomat gibi yaşasın. olması gereken kişi gönlünün dilediği saatte yatmalı, kalkmalı ve yaşamalı.
zaten zamana şıkışan bir hayat çok şeye yetişeyim derken hiç birşeye yetişememek değil midir?
ama zorunluluklar falan var kelamını duyar gibiyim.
eh bu da birşekilde biraz kendini şıkıştırmakla hesabını bilmekle, zaman satın alma ile aşılır, aşılmaz diyen şapşaldır bence.
hem bu zorunluluklar ve gereksinimler esas kendi gereksinimlerimiz mi yoksa yanılsama mı onu anlamak gerek.
ucuz şarap bir yaşamdır
monmartır'da tamamlanan
monmartır mezarlığı
pencerede manzara
sözlerini terennüm ederek yazımı tamamlıyorum. arayan olursa aşağı pirenlerde fransanın ispanya sınırında po ovasındayım. matadorluk talimleri eda ediyorum.
peki ilham varken neden yazamıyordum yahut aklıma birşey gelse bile bezginlik yapıp klavyeyi çıtlatmıyordum?
oysa en berbart yerlerde en çok gürültünün olduğu yerlerde klavyeyi çıt çıt çıtlatır yahut kalemi beyaz kağıdın üzerinde dans ettirebiliyordum.
galiba bunun nedeni hınçlanmam kafa atıp dağıtmam gereken olguları artık doktor ne yerse yesin diyip allah kahretsin diyip çıt çıt yazmamam.
şüphe yok ki ilham da uyku gibidir. uyku bir daha kaçarsa zor gelir. ilhamda şüphesiz öyle bir şeydir.
uyku kaçtığı için mi insan sinerlenir yahut uykunun bir daha gelmeyeceğini bildiği için mi sinirlenir? aynı sorular ilham için de geçerlidir.
uykuyu zaptı rapt ettik diyelim uyuduk fosur fosur, yarına dinç kalkmak için horuldadık.
peki yarına niçin çıkalım?
neden niçin?
işte bir an gelir işte insan bir türlü de ölür işte. .. evet ölür, çünkü daha fazla yaşaması için çevresinde içinde de istek kalmamıştır artık. ne kadar basit değil mi? yaşama konusunda içinde istek kalmamıştır artık. yarın pek umursanmaz. yarınlar için doktor ne yerse yesin diyip geçer.
şüphe yok ki ilham içinde bu geçerlidir.
bu ilham ne işe yaranacak denir. neden niçinler kovalar. akan çeşme bir işe yaramazsa bir havuzda toplanmazsa o havuz da yüzülmezse o çeşme niye aksın ki?
ilham somuta geçmez, geçemez bu pozisyonda. çünkü ilhamı işleyecek onu ne bileyim mesela bir gökdelen yapacak olan kişi o ilhamı sadece kendi kendini eğlenmek için otobüs beklerken kullanır ve o ilham denilen tohum çınar ağacı olmadan heba olup gider.
bendenizin elbette ilhamı var. o yataklar kuruduğu vakit işin içine teknik giriyor. eh buarada teknikle yazdığım yazıları arz etmiyorum.
çünkü edinilmiş teknikle kaleme alınan şeyler yahut yapılan olgular sadece günü kurtarır. ama olguyu tüketen insanlara bir zaman sonra kabak tadı verir.
bu kabak tadı taktir edersiniz ki scot tipi viski tadına benzemez. kimileri viskinin tadını gaz yağına benzetse de hiç olmazsa bir tadı vardır. ama kabak tadının bir tadı yoktur yavandır, musevilerin hamursuz bayramında tükettikleri şey gibi.
duraklama devrine giren insan tekniğe abanır ama içinde deha olmayan teknik yapaydır yahut eski tükenmiş dehaların tekerrürden başka birşey değildir. kimisi bu tekerrürü çok ince cambazlıkla yapar kimisi ayan beyan yapar.
peki bu kadar kendini zorlamak ne için? neden insan kendini bu kadar zorlar?
neden iyi birşeyler yapabilmek için kıçını yere çakar. vaktiyle dag hammarskjold'ün buyurduğu gibi;
'kim -ya da neydi- ilk soruyu soran, bilmiyorum. ne zaman soruldugunu bilmiyorum. karşılık verdiğimi bile anımsamıyorum. ama bir yerde bir vakitte 'evet' dedim birisine -ya da bir seye- ve o saaten baslıyarak varoluşun bir anlam taşıdığından ve de hayatımın kendi kendine boyun eğmekle ... bir amaç kazandığından kuşkusuzdum...
o andan sonra 'geriye bakmak' ne demek , 'yarını düsünmemek' nedemekmis öğrendim. hayatın dolasık yollarından geçerek öyle bir yere öyle bir ana geldim ki, yolun aslında felaket olan bir zafer ve aslında zafer olan bir felakate götürdüğünü, canının adama bedelinin sitem olduğunu, insan için mümkün olan tek yüceliğin aşağılanma çukurunun en dibinde olduğunu kavradım'
buna birşey diyemeyiz. fakat canımız tatlı canımızı kolay kolay birşey adayamayız. birbirimizi yemeyelim. iç güdel olarak ne kadar yasarsak kardır deriz.
fakat canımızdan daha az değerli şeyleri birşeyler için adadığımız da bile sadece sitem duyarız. aslında adadığımız herney ise önemi yok.
bir bedel vardır. o bedelde sitemdir.
graham greene'nin doğu ekspressi kitabında aydın bir doktor vardı. bu doktor biraz eğitimi ve zekası kıt bir aileden geliyordu. doktor efendi okuldan mezun olduğunda ailesi onunla iftihar etmiş ama aralarında büyük bir boşluk olduğunu farketmişti. çünkü o bir doktor diğer aile fertleri ise sadece bir çiftçi idi. o mürekkep yalamış mühim şahsiyetti. artık onaramayacağı bir boşluk vardı. madem bir boşluk vardı madem bir yola girdi yolu sonuna kadar yürüyüp ne olacağını görmek için yaşamaya başladı ve yürüdü.
tevfik fikret'in söylemiş olduğu 'doğru bildiğin yolda yalnız yürüyeceksin' düsturunu vücuda getirdi. zorunlu doğru yoldu ama olsun elinde değildi ki. yaratılışı buydu istese de değişştiremezdi.
çünkü değiştirecek vakit çoktan geçmişti. belki belki ufak tefek değişiklikler yapılırdı ama kendini kandırmak olurdu. hani kuş serisinin sadece sinyalleri turuncu renkli sinyal camlarını beyaz renkli camlarla değiştirip a biz değişiklik yaptık diyip ahaliyi senelerce kazıklaması gibi bir durum olurdu.
insan değişebilir bir vakitten sonra ama bu değişme eşiği aşıldıktan sonra istesede değşemez. sadece kendini inkar eder. ama bir günm sanki bir camın kırılması gibi birden çoat diye inkar balataları görev yapğamaz olur kişi inkar ettiği kişi olur siddetle. hem de binbir çabayla edindiği zaferler bir hamleyle yıkılan iskambilden evler yahut dere yatağına kurulan ilk selde tarumar olan tır parkı gibi.
konu çok dağıldı.
aslında dağınık kalsın.
çünkü kompozisyon dersinde belletildiği giriş, gelişme ve sonuç bölümü yok bu yazıda. bir paragraf giriş, bir paragraf gelişme bir paragraf sonuç üslubuyla yazmaktansa imparator neron olarak anılmak yeğdir benim için.
saatler vardır hani. yelkovan akrep saniyeyi gösteren zımbırtılar vardır. analog saatler ufaktan ortadan yok olmaya yüz tutmaya başladı. bu analog saatlerin katranında akrep ve yelkovanın olmaması hatta saniyenin olmaması bir vakitten sonra farketmez.
çünkü zamanın bir önemi yoktur. ne yetişilecek bir devlet dairesi ne de mesai saatlerine uygun bir hayat ne de devlet dairelerinin öğle tatiline aman denk getirmeyelim işimizi olgusu hayatımızdan çoktan çıktı gitti.
saatler sıkışmış bir hayat bence insanın doğasına aykırı. çünkü insan bir makine değil ki proglanmış otomat gibi yaşasın. olması gereken kişi gönlünün dilediği saatte yatmalı, kalkmalı ve yaşamalı.
zaten zamana şıkışan bir hayat çok şeye yetişeyim derken hiç birşeye yetişememek değil midir?
ama zorunluluklar falan var kelamını duyar gibiyim.
eh bu da birşekilde biraz kendini şıkıştırmakla hesabını bilmekle, zaman satın alma ile aşılır, aşılmaz diyen şapşaldır bence.
hem bu zorunluluklar ve gereksinimler esas kendi gereksinimlerimiz mi yoksa yanılsama mı onu anlamak gerek.
ucuz şarap bir yaşamdır
monmartır'da tamamlanan
monmartır mezarlığı
pencerede manzara
sözlerini terennüm ederek yazımı tamamlıyorum. arayan olursa aşağı pirenlerde fransanın ispanya sınırında po ovasındayım. matadorluk talimleri eda ediyorum.