ne zeki ne de aptal olmak kadar güç birşey yok.

ne inançlı ne de inançsız olmak kadar da güç birşey yok.

ne kabil ne habil olmak kadar da güç birşey yok.

böyle bir çok örnek verebilirim ama mizan çıkartmam gerekirse eğer şunu diyerekten örneklem faslına son veririm.

ne siyah ne de beyaz olmak çok güç birşey. ne siyah ne beyaz olmayınca insan griliğe teslim oluyor.

grilik ne kadar hoş gözükürse gözüksün kötüdür aslında. herşey yarım porsiyondur. hep birşekilde insanın içinde ukteler birikir. gün gelir o ukteler ve özlemler insanın hayat cizgisini olmamışlığa tahvil ettirir.

oysa deli gönül dolu dizgin düşünmeden yaşamak isterdi. ta çocukluğumuzdan beri severek yediğimiz şeyleri boğazımıza dizmiyorlar mıydı? mesela onu çok yersen pipin düşer diyerekten yahut dunganga gelir seni ham yapar diyerekten.

o zaman itibaren veyahut daha önceden itibaren yediğimiz her şeker zehir olduğundan dolayı hep frenli yaşamaya maruz kaldık.

başımıza kontrolsüz güç güç değildir diyerekten bir çok şey kaçıldı ve nihayetinde herşeyi eksik yarım yaşadık.

daha ilkokulda bu yarımlıkları eğitim sistemi bize empoze etti. mesela birinci dünya savaşında sadece kendi cephelerimizi biliyorduk ama ne bileyim garp cephesini falan ancak kupon kesilip ansiklopedilerden falan öğrendik.

daha çok şeyler var tabiki. madem öğrenmek gerekir diyerekten her satırı hafızamıza yerleştirdik. boktan gazeteler bile bir hazineydi bir zamanlar yahut darbeli matkabın kullanım kılavuzu.

gün geldi ki bilgi dağarcığımız alacalı bulacalı bohçaya dönmüş. kafamızda norveç somonu tarifiyle t.s. eliotun şiirleri yanyana duruyor üzerine de 3. napolyon devri sos olaraktan sıkılmış.

daldan dala atlamakta hüner gösteriyoruz. kafamızın içi kırkambar gibi ve en kötüsü ise artık öğrenmek için motivasyonumuz bile kalmadı.

niçin neden okuyup öğrenecektik ki? hele ki kültürü en fazla kebapçıya gitmek olan toplumda?

elbette bunun acısını kendimizden çıkarttık. bir daha silinmemek üzere üzerimize suçluluk hissi oturdu. kulaklarımızda ise mozarttan requiem. bu hissi hissetmediğimizde ve requiem sustuğunda geçici mutluluklar yaşayabiliyoruz.

ama mutluluklar çok pahalıya oturuyor üstümüze. çünkü grilikten vazgeçip ya siyah ya beyaz oluyoruz.

diğer dieğr renkler ya yok olacağını düşündüklerinden taaruza başlıyorlar. sezarı bıcaklayanlar gibi darbeler vuruyorlar hatta bıcağı içerde döndürüyorlar.

yaralarımız yine yeniden kanıyor.

bir gözü kapatarak yaşamak ne güzel, açık olan diğer gözü ise yarım kısarak yaşamak daha güzel.

ama olmuyor olamıyor çok yıpranmışız çokça yaralanmışız. her yeni başlangıçın bir son olduğu zihnimize nakş edilmiş, her merhabanın aslında elveda olması.

anı yaşamak belki de en güzel şey. geçmiş fazlasıyla tüketilmiş ve yok olmuş.

klasik anlamda savaşlarda bitti artık, savaş çıksada gitsek diyeme sanşıda elden gitti. doktor jivago'da ki lara'nın kocası gibi, o da olmadı.

zaten ereye gidersen git ne kadar hayatını sıfırlarsan sıfırla yaşadıkların seninle gelecektir.

her tuttuğun çiceğin solduğunu, her bastığın bereketli toprağın kıraç olduğunu, güneşin sönmesi vesaire vesaire...

denebilecek daha ne var ki, dünya her adımda ümitlerimizi geçersiz kılar. artık bilgelikten başka tehlike kalmamıştır kelamından gayrı?