büyük yolculuk için motoru çalıştırmadan önce, uğraması gereken son birkaç yer kalmıştı. önce sasha'yla saat tam sekizde otobüsün yanında buluşacak, oradan tamirhanedeki "stalin bıyıklı, göbekli adam" -adamın bu ismini kendisi takmıştı, çünkü adını bir türlü hatırlayamıyordu- ile bir araya gelip, son yüz elli ruble borcunu ödeyecekti.
o gün, sibirya'nın bu uçsuz bozkırı, fırtına bulutlarıyla kaplıydı. bir kaç karga bu terk edilmiş şehrin gökyüzündeki sessizliği yırtıyor; binaların beton duvarları, bu dumanlı havanın renk tonlamasına eşlik ediyordu.
biraz ilerde kırık demirleriyle bir dönme dolap gıcırdıyor; paslı koltukları, uzun zamandır ışıltılı akşamların eksikliğini resmetmeye çalışıyordu.
her yanı saran otların orta yerinde, olduğu yerde bekleyen otobüsün solgun beyaz renkli gövdesine vuran rüzgar, camların eskimiş lastiklerinin arasından bulduğu boşluklardan geçerek uğulduyordu.
silecekleri çalıştırdı. ön camı kaplamış damlacıklar, sileceğin gıcırdayan sesiyle ortadan kayboldu.
karşıda sasha yağmurluğunu düzelterek koşturuyor, cam yeniden bu siyah yansımayı su zerrecikleriyle kaplıyordu.
kapının düğmesine bastı. otomatik kapı bir hava sesiyle boşaldı. kapişonunu çıkartırken seslendi:
- bence güzel olacak.
anahtarı çevirirken gülümsedi:
- olacak.
iki katlı bu demir yığınının horultusu, bu dar caddelerde rahatsız edici bir yankı koparıyordu. gökyüzüne bıraktığı ağır kokulu siyah dumanın arasında, boş asfaltı yararak ilerliyordu.
kentin merkezi sayılan bir yıkıntı havuzun etrafından dolanıp, geldiği yöne döndü. adam oradaydı. bir pastanenin tentesinin altından fırlayıp otobüse yaklaştı. bordo bir lada'nın arkasına yanaşıp motoru durdurdu.
- demek gidiyorsunuz?
diye sordu.
vladimir'in yüzünde bu kez zoraki değil, umut dolu bir gülümseme vardı.
- gidiyoruz.
dedi, durakladı.
- volodja için...
sonbahar bu yıl daha erken gelmiş gibiydi. uçsuz bucaksız tarlalar, sararmış otların yok oluşlarıyla, tüm kontrastını kaybediyor; uçuşan ağustos sonlarına eşlik eden göçmen kuşlar, bu yıl daha erken doğaya teslim oluyordu. kafasını eğip direksiyondan çektiği elinin işaret parmağıyla gösterdiği gökyüzüne bakarken seslendi:
- göç bu yıl erken geldi.
siyah gölgeler, sislerin arasında bir kaybolup bir ortaya çıkıyor, bu yorgun setra'nın sol camından göründüğü kadarıyla, sanki yalnız bırakmak istemiyormuş gibi otobüsü takip ediyorlardı.
- doğa insanı yendi. hem de kendi evinde.
önce atomu böldüler. sonra insanlığı.
gülümsedi.
- einstein mesela, subjektif olarak bir dahidir.
bu kabul.
ama yine aynı dahi albert, objektif olarak bir katilden başka bir şey değildir...
hiroshima'ya bırakılan demir yığını teoride bir bilim ürünüdür; fakat pratikte, bir caninin sayısız insanı birkaç saniye içinde yok eden eşsiz eseri olmaktan öte bir şey değildir.
doğa - insanı - yendi. - hem de - kendi - evinde...
kalorifer düğmelerini sonuna kadar çekti. birkaç tonluk bu koca makine fırtınanın etkisiyle yalpalayarak ilerliyordu. hışırdayan radyoya birkaç yumruk attı. düğmesini çevirerek kıstı.
- gagarin o kapsülün içinde "burada tanrı yok..." diyerek karanlık evrenin sonsuz boşluğundan yerkürenin mavilere karışan aydınlığına bakarken, dünya'da belki de onun o derinlikte asla yakalayamayacağı seslerin savaşı sürüp gidiyordu.
belki hitler, einstein'a evrenin sonsuzluğunu ispatlaması için fırsat vermedi... belki atom bombası yapmadı o, ama atomu parçaladı.
gagarin "dünya'yı uzaydan gören ilk insan" olma şerefine vardığında, aşağıda insanoğlu kozmonotlar ve astronotların amansız savaşını izlemiyor muydu?
vostok 1 yerküreye indi. insan benliğini unuttu. makineler ve bulutların arasında boğuldu...
yağmur aralıksız yağıyordu. bu sonsuz griliği alacalı bir kurdeleye dönüştürmek için gaz pedalına yüklendi. daha ve daha...
zihninde bir kozmonotun bir kara deliğe uzattığı ağzından haykırışları yankılanıyordu.
"kimse var mı orada?"
o, her şeyi yutar. astrofizikçilere göre karadelik, çekim alanı her türlü maddi oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, kütlesi büyük bir kozmik cisimdir. ve yine fizikçilere göre bir madde asla fezada kaybolmaz, ancak şekil veya boyut değiştirir.
öyleyse insanın kaybettikleri nerededir?
stephen hawking kaybettiklerini bulabilmiş midir?
insan gökyüzünün diğer tarafına geçmeli, o anlamsız boşluğa elini uzatıp aramalıdır. bir enformasyon paradoksuna takılıp kalmış düşler mutlak suretle çekilip çıkarılmalıdır.
- biz, bizler düşlerimizin peşinden koşmadıkça asla yakalayamayacağız.
bak orda!
bulutlar gizleyebilir. yıldızlar orada biliyorum...
yaklaşık sekiz gündür bu koca hurdanın direksiyonunda oturuyor, okhotsk'tan beri tahminen altı bin kilometre ilerledikleri bu soğuk düzlükte dinlenmek istiyordu. sibirya'nın en doğu bölgesinde -belki de kimsenin bilmediği- küçük bir şehirden başlayan yolculuk, hala dinlenmeksizin sürüyordu. yakıt sorununu çözmekte zorlanmaya başlamışlardı. ural dağlarının eteğinden, yerküreyi doğudan batıya doğru katediyor, her gün moskova'ya biraz daha yaklaşıyorlardı. uzakta buzullar, maden ocakları ve engin bir boşluğa sahip, magmanın üstünü örten işe yaramaz bir örtü gibi duran bu ovanın üzerinde birkaç şehirde durabilmiş, kısıtlı da olsa birkaç gösteri yapabilmişlerdi.
vladimir yan tarafında oturan sasha'ya kaçamak bir bakış attı. avucunun içinde tuttuğu bozuklukları gösterdi:
- hepsi bu.
haritaya bak, nerde durmalıyız?
zihni bir ipliğin makaradan ayrılıp karışması gibi, karalanan bir kağıdın siyahlığı gibi gitgide bulanıyordu.
"insan neden kaybeder?" sesleri kafatasının çeperlerinde çarpışıp duruyordu.
sonra aklına o geliyor, boğazı düğümleniyordu yeniden.
"belki senin acını yaşamak için bıraktım, suyun debisine seni..."
onun bir kara delikte kayboluşunu, topuklu ayakkabılarının tıkırtılarını ve savrulan uzun saçlarının arkadan görüntüsünü hatırlıyordu, hepsi bu...
- komarov 1967'de soyuz 1'e bindi. araç, amerika birleşik devletleri'yle süregelen soğuk savaş yıllarında aralarındaki uzay yarışı nedeniyle insansız uçuş denemesi yapılmadan komarov'la birlikte sovyetler birliği tarafından uzaya gönderildi.
"bu uçuşa gitmezsem yedek kozmonotu gönderecekler. benim yerime yuri ölecek." diyordu komarov.
eğer biz gitmezsek, ölecek düşler... anlıyor musun?
14 eylül 1994 günü perm yakınlarında bulunan eranichi kentinde konakladılar. bu iki acemi palyaçonun makyajla gülümsettikleri yüzlerine sabah güneşi doğudan vuruyordu. küçük maymunları ivan ile çıktıkları bu gösteride kazançları hiç fena olmamıştı. her duraklarında kazandıklarının üçte ikisini mutlaka şoför koltuğunun üstünde bulunan çekmeceli gözün derinliklerine sakladıkları ahşap kutunun içerisine yerleştiriyor, bir sonraki gün için yeni bir meydan aramaya devam ediyorlardı.
- komarov dönerken eşiyle telsizde konuştu. öleceğini bilerek, ama aşkla...
insan ancak sevdiğinin öleceğini bilirse vedalaşabilir değil mi?
yoksa varolan her ne ise, ondan ayrılamazsın.
çünkü bilirsin, aynı göğün altındasındır.
moskova'ya birkaç yüz kilometre kala yıkıntı bir benzin istasyonunda durdular. otobüsün kaportasına çarpıp duran yağmur damlalarının tıpırdayışlarına eşlik ederek bu koca devin önüne yürüdü. yanmayan fara yumruk atarken seslendi:
- soyuz'da bunu yaptı işte... uçuşun başından beri ciddi arızalar ortaya çıktı. soyuz 1'in insanlı uçuş için hazır olmadığı görüldü. kontrol merkezi, uzay aracını sovyetler birliği toprakları üzerinden ilk geçişinde indirmeye karar verdi. dünya'ya dönmek üzere, yörüngeden çıkmadan komarov, eşi ve asistanı ile telsizde konuştu. doğrultu sabitleme sistemi bozuk olduğundan kontrolsüz şekilde ilerleyen uzay aracının içinde sıkıştı, ama valentina'ya veda etti. ardından bir iki cızırtı duyuldu...
komarov kayboldu sasha...
sesi uzayın derinliklerinde boğuldu...
bütün gece yağmurun altında çalışmayan motoru tamir etmek için uğraştılar. moskova'ya bu gece ulaşılmalıydı. başka çare yoktu. içinden yuri gagarin'e bir küfür savurdu. çünkü tanrı'ya inanıyordu. ya da en azından içinden dua ediyordu.
- bunu yapamazsak volodja ölecek sasha... bu gece ölecek...
on altı günlük yolculuğun sonunda arızalanan otobüsü bırakıp otostop çekmek istedi. yapamazdı. volodja'nın oksijen tüplerini yanlarına alamazlardı. mutlaka bu aracın çalışması gerekiyordu. gecenin karanlığında tek bir otomobil geçmiyor, bu dolunay gecesi, asfaltın üzerine sadece koca bir karanlık bırakıyordu.
vladimir, suratındaki makyajlara vuran yağmur damlalarını elleriyle sildi. bütün boyalar suratına dağıldı. gözlerinin etrafına saçılan siyah boyalar gözyaşlarına karıştı. bağırdı:
- sasha bir şeyler yap!
bu gece volodja daha fazla dayanamamıştı. otobüsün ikinci katında vladimir'in volodja için yaptığı yatak sabitlenmiş, oksijen tüpü sol tarafa tutturulmuş, ön camdan gökyüzünü seyredebileceği şekilde oturtulmuştu. oksijen maskesi suratına geçirilmiş, gözleri açıkta kalacak şekilde yerleştirilmişti.
bering boğazından beri on bin kilometreden fazla yolu, çocuğun tedavisi için gelmiş; yol masrafları için yapabilecekleri tek şeyi yapmışlardı. volodja için sasha'yı da bu yolda sürüklemiş, turneye çıkmış birer tiyatrocu gibi şehir şehir, köy köy para kazanarak, volodja'nın tedavisini moskova'da sağlayabilmek için bunca çabayı göstermişlerdi.
okhotsk'ta kullanılmayan bu hurda makineyi haftalarca tamir etmek için uğraşmış, iki kafadarın çıldırtan çabasıyla ayağa kaldırmışlardı.
oysa bu gece hiçbir şey yolunda gitmiyordu. volodja rahatsızlanmış, hastalığı yine nefessiz bırakan krizlerine teslim olmuştu. tüpler ve ilaçlar da artık işe yaramıyordu. küçük çocuk gitgide eriyor, düşleri bir kara deliğin peşine takılıp yıldızların arasında uçuşuyordu.
vladimir çıldırasıya ağlıyordu. burnuna kırmızı topu taktı. gülüyor görünmeye çalışırken, boyalar hala suratından akıp gidiyordu. yapılacak bir şey kalmamıştı.
kardeşini yataktan kaldırıp, kafasını sol tarafta karanlığı yırtan bir tabak gibi duran ay yüzeyini gösterdi. volodja, gözlerini bir kara deliğe düşer gibi kapadığında gecenin ıssızlığı bağırtısıyla yırtıldı:
- gitme lütfen, sana komarov'u anlatayım!
o gün, sibirya'nın bu uçsuz bozkırı, fırtına bulutlarıyla kaplıydı. bir kaç karga bu terk edilmiş şehrin gökyüzündeki sessizliği yırtıyor; binaların beton duvarları, bu dumanlı havanın renk tonlamasına eşlik ediyordu.
biraz ilerde kırık demirleriyle bir dönme dolap gıcırdıyor; paslı koltukları, uzun zamandır ışıltılı akşamların eksikliğini resmetmeye çalışıyordu.
her yanı saran otların orta yerinde, olduğu yerde bekleyen otobüsün solgun beyaz renkli gövdesine vuran rüzgar, camların eskimiş lastiklerinin arasından bulduğu boşluklardan geçerek uğulduyordu.
silecekleri çalıştırdı. ön camı kaplamış damlacıklar, sileceğin gıcırdayan sesiyle ortadan kayboldu.
karşıda sasha yağmurluğunu düzelterek koşturuyor, cam yeniden bu siyah yansımayı su zerrecikleriyle kaplıyordu.
kapının düğmesine bastı. otomatik kapı bir hava sesiyle boşaldı. kapişonunu çıkartırken seslendi:
- bence güzel olacak.
anahtarı çevirirken gülümsedi:
- olacak.
iki katlı bu demir yığınının horultusu, bu dar caddelerde rahatsız edici bir yankı koparıyordu. gökyüzüne bıraktığı ağır kokulu siyah dumanın arasında, boş asfaltı yararak ilerliyordu.
kentin merkezi sayılan bir yıkıntı havuzun etrafından dolanıp, geldiği yöne döndü. adam oradaydı. bir pastanenin tentesinin altından fırlayıp otobüse yaklaştı. bordo bir lada'nın arkasına yanaşıp motoru durdurdu.
- demek gidiyorsunuz?
diye sordu.
vladimir'in yüzünde bu kez zoraki değil, umut dolu bir gülümseme vardı.
- gidiyoruz.
dedi, durakladı.
- volodja için...
sonbahar bu yıl daha erken gelmiş gibiydi. uçsuz bucaksız tarlalar, sararmış otların yok oluşlarıyla, tüm kontrastını kaybediyor; uçuşan ağustos sonlarına eşlik eden göçmen kuşlar, bu yıl daha erken doğaya teslim oluyordu. kafasını eğip direksiyondan çektiği elinin işaret parmağıyla gösterdiği gökyüzüne bakarken seslendi:
- göç bu yıl erken geldi.
siyah gölgeler, sislerin arasında bir kaybolup bir ortaya çıkıyor, bu yorgun setra'nın sol camından göründüğü kadarıyla, sanki yalnız bırakmak istemiyormuş gibi otobüsü takip ediyorlardı.
- doğa insanı yendi. hem de kendi evinde.
önce atomu böldüler. sonra insanlığı.
gülümsedi.
- einstein mesela, subjektif olarak bir dahidir.
bu kabul.
ama yine aynı dahi albert, objektif olarak bir katilden başka bir şey değildir...
hiroshima'ya bırakılan demir yığını teoride bir bilim ürünüdür; fakat pratikte, bir caninin sayısız insanı birkaç saniye içinde yok eden eşsiz eseri olmaktan öte bir şey değildir.
doğa - insanı - yendi. - hem de - kendi - evinde...
kalorifer düğmelerini sonuna kadar çekti. birkaç tonluk bu koca makine fırtınanın etkisiyle yalpalayarak ilerliyordu. hışırdayan radyoya birkaç yumruk attı. düğmesini çevirerek kıstı.
- gagarin o kapsülün içinde "burada tanrı yok..." diyerek karanlık evrenin sonsuz boşluğundan yerkürenin mavilere karışan aydınlığına bakarken, dünya'da belki de onun o derinlikte asla yakalayamayacağı seslerin savaşı sürüp gidiyordu.
belki hitler, einstein'a evrenin sonsuzluğunu ispatlaması için fırsat vermedi... belki atom bombası yapmadı o, ama atomu parçaladı.
gagarin "dünya'yı uzaydan gören ilk insan" olma şerefine vardığında, aşağıda insanoğlu kozmonotlar ve astronotların amansız savaşını izlemiyor muydu?
vostok 1 yerküreye indi. insan benliğini unuttu. makineler ve bulutların arasında boğuldu...
yağmur aralıksız yağıyordu. bu sonsuz griliği alacalı bir kurdeleye dönüştürmek için gaz pedalına yüklendi. daha ve daha...
zihninde bir kozmonotun bir kara deliğe uzattığı ağzından haykırışları yankılanıyordu.
"kimse var mı orada?"
o, her şeyi yutar. astrofizikçilere göre karadelik, çekim alanı her türlü maddi oluşumun ve ışınımın kendisinden kaçmasına izin vermeyecek derecede güçlü olan, kütlesi büyük bir kozmik cisimdir. ve yine fizikçilere göre bir madde asla fezada kaybolmaz, ancak şekil veya boyut değiştirir.
öyleyse insanın kaybettikleri nerededir?
stephen hawking kaybettiklerini bulabilmiş midir?
insan gökyüzünün diğer tarafına geçmeli, o anlamsız boşluğa elini uzatıp aramalıdır. bir enformasyon paradoksuna takılıp kalmış düşler mutlak suretle çekilip çıkarılmalıdır.
- biz, bizler düşlerimizin peşinden koşmadıkça asla yakalayamayacağız.
bak orda!
bulutlar gizleyebilir. yıldızlar orada biliyorum...
yaklaşık sekiz gündür bu koca hurdanın direksiyonunda oturuyor, okhotsk'tan beri tahminen altı bin kilometre ilerledikleri bu soğuk düzlükte dinlenmek istiyordu. sibirya'nın en doğu bölgesinde -belki de kimsenin bilmediği- küçük bir şehirden başlayan yolculuk, hala dinlenmeksizin sürüyordu. yakıt sorununu çözmekte zorlanmaya başlamışlardı. ural dağlarının eteğinden, yerküreyi doğudan batıya doğru katediyor, her gün moskova'ya biraz daha yaklaşıyorlardı. uzakta buzullar, maden ocakları ve engin bir boşluğa sahip, magmanın üstünü örten işe yaramaz bir örtü gibi duran bu ovanın üzerinde birkaç şehirde durabilmiş, kısıtlı da olsa birkaç gösteri yapabilmişlerdi.
vladimir yan tarafında oturan sasha'ya kaçamak bir bakış attı. avucunun içinde tuttuğu bozuklukları gösterdi:
- hepsi bu.
haritaya bak, nerde durmalıyız?
zihni bir ipliğin makaradan ayrılıp karışması gibi, karalanan bir kağıdın siyahlığı gibi gitgide bulanıyordu.
"insan neden kaybeder?" sesleri kafatasının çeperlerinde çarpışıp duruyordu.
sonra aklına o geliyor, boğazı düğümleniyordu yeniden.
"belki senin acını yaşamak için bıraktım, suyun debisine seni..."
onun bir kara delikte kayboluşunu, topuklu ayakkabılarının tıkırtılarını ve savrulan uzun saçlarının arkadan görüntüsünü hatırlıyordu, hepsi bu...
- komarov 1967'de soyuz 1'e bindi. araç, amerika birleşik devletleri'yle süregelen soğuk savaş yıllarında aralarındaki uzay yarışı nedeniyle insansız uçuş denemesi yapılmadan komarov'la birlikte sovyetler birliği tarafından uzaya gönderildi.
"bu uçuşa gitmezsem yedek kozmonotu gönderecekler. benim yerime yuri ölecek." diyordu komarov.
eğer biz gitmezsek, ölecek düşler... anlıyor musun?
14 eylül 1994 günü perm yakınlarında bulunan eranichi kentinde konakladılar. bu iki acemi palyaçonun makyajla gülümsettikleri yüzlerine sabah güneşi doğudan vuruyordu. küçük maymunları ivan ile çıktıkları bu gösteride kazançları hiç fena olmamıştı. her duraklarında kazandıklarının üçte ikisini mutlaka şoför koltuğunun üstünde bulunan çekmeceli gözün derinliklerine sakladıkları ahşap kutunun içerisine yerleştiriyor, bir sonraki gün için yeni bir meydan aramaya devam ediyorlardı.
- komarov dönerken eşiyle telsizde konuştu. öleceğini bilerek, ama aşkla...
insan ancak sevdiğinin öleceğini bilirse vedalaşabilir değil mi?
yoksa varolan her ne ise, ondan ayrılamazsın.
çünkü bilirsin, aynı göğün altındasındır.
moskova'ya birkaç yüz kilometre kala yıkıntı bir benzin istasyonunda durdular. otobüsün kaportasına çarpıp duran yağmur damlalarının tıpırdayışlarına eşlik ederek bu koca devin önüne yürüdü. yanmayan fara yumruk atarken seslendi:
- soyuz'da bunu yaptı işte... uçuşun başından beri ciddi arızalar ortaya çıktı. soyuz 1'in insanlı uçuş için hazır olmadığı görüldü. kontrol merkezi, uzay aracını sovyetler birliği toprakları üzerinden ilk geçişinde indirmeye karar verdi. dünya'ya dönmek üzere, yörüngeden çıkmadan komarov, eşi ve asistanı ile telsizde konuştu. doğrultu sabitleme sistemi bozuk olduğundan kontrolsüz şekilde ilerleyen uzay aracının içinde sıkıştı, ama valentina'ya veda etti. ardından bir iki cızırtı duyuldu...
komarov kayboldu sasha...
sesi uzayın derinliklerinde boğuldu...
bütün gece yağmurun altında çalışmayan motoru tamir etmek için uğraştılar. moskova'ya bu gece ulaşılmalıydı. başka çare yoktu. içinden yuri gagarin'e bir küfür savurdu. çünkü tanrı'ya inanıyordu. ya da en azından içinden dua ediyordu.
- bunu yapamazsak volodja ölecek sasha... bu gece ölecek...
on altı günlük yolculuğun sonunda arızalanan otobüsü bırakıp otostop çekmek istedi. yapamazdı. volodja'nın oksijen tüplerini yanlarına alamazlardı. mutlaka bu aracın çalışması gerekiyordu. gecenin karanlığında tek bir otomobil geçmiyor, bu dolunay gecesi, asfaltın üzerine sadece koca bir karanlık bırakıyordu.
vladimir, suratındaki makyajlara vuran yağmur damlalarını elleriyle sildi. bütün boyalar suratına dağıldı. gözlerinin etrafına saçılan siyah boyalar gözyaşlarına karıştı. bağırdı:
- sasha bir şeyler yap!
bu gece volodja daha fazla dayanamamıştı. otobüsün ikinci katında vladimir'in volodja için yaptığı yatak sabitlenmiş, oksijen tüpü sol tarafa tutturulmuş, ön camdan gökyüzünü seyredebileceği şekilde oturtulmuştu. oksijen maskesi suratına geçirilmiş, gözleri açıkta kalacak şekilde yerleştirilmişti.
bering boğazından beri on bin kilometreden fazla yolu, çocuğun tedavisi için gelmiş; yol masrafları için yapabilecekleri tek şeyi yapmışlardı. volodja için sasha'yı da bu yolda sürüklemiş, turneye çıkmış birer tiyatrocu gibi şehir şehir, köy köy para kazanarak, volodja'nın tedavisini moskova'da sağlayabilmek için bunca çabayı göstermişlerdi.
okhotsk'ta kullanılmayan bu hurda makineyi haftalarca tamir etmek için uğraşmış, iki kafadarın çıldırtan çabasıyla ayağa kaldırmışlardı.
oysa bu gece hiçbir şey yolunda gitmiyordu. volodja rahatsızlanmış, hastalığı yine nefessiz bırakan krizlerine teslim olmuştu. tüpler ve ilaçlar da artık işe yaramıyordu. küçük çocuk gitgide eriyor, düşleri bir kara deliğin peşine takılıp yıldızların arasında uçuşuyordu.
vladimir çıldırasıya ağlıyordu. burnuna kırmızı topu taktı. gülüyor görünmeye çalışırken, boyalar hala suratından akıp gidiyordu. yapılacak bir şey kalmamıştı.
kardeşini yataktan kaldırıp, kafasını sol tarafta karanlığı yırtan bir tabak gibi duran ay yüzeyini gösterdi. volodja, gözlerini bir kara deliğe düşer gibi kapadığında gecenin ıssızlığı bağırtısıyla yırtıldı:
- gitme lütfen, sana komarov'u anlatayım!