keskini var, körü var. ekmek kesen var, mektup açan var, duş perdesinde gölgesini gösteren, 'bin bıçak var sırtımda, biniyle de adaşsın' deyip hislendiren var. usta ellerde suyu verilip can alanı var bu bıçağın, bir de nefreti alınıp hekim elinde cana can vereni.
bunlardan başka;

bir bıçak edin artık kendine
bırak avutmayı bedenini
ucuz zehirlerle, alkol vb.
balkırken ölümün çelik dikeni

bir bıçak...
kromaj kaplı bir kan lekesi
parlasın üstünde ve
uğuldasın ölümün sesi

bir bıçak edinin...
önce ucunu dene
iyi gelirse eğer
gömersin şehvetle etine

bir bıçak edinin artık...
bileğine bir şans tanı
eğlenirsin hem işte birkaç saniye
de olsa seyrederken fışkıran kanı

bir bıçak edin artık kendine
titremeye başlamadan elin
bulamazsın sonra yaşlanınca damarı
kaçar tadı şölenin *(*ismail uyaroglu)
biçmeye yarayan alet anlamına gelir. etimoloji doktorası yapmış olmaya gerek yok. biçek'tir ilk hali, diyebilirim hatta kendimden emin biçimde. ama dil, biçek sözcüğünü uygun görmediği için o alete, bıçak haline evirmiştir. biçkin'i de 'bıçkın' yapmıştır ya, orası ayrı konu. bıçağa dönelim. bıçağı döndürelim veya.

zamanında, b.. ilinin i... ilçesinde bir işim vardı. ilçe dediğime bakmayın, köyden daha hallice bir yer değil. nüfusu 1000 küsur olan bu yer, çevre köylerin mahallesi gösterilmesi sayesinde ilçe niteliğini kaybetmekten kurtarılmış bir bölge. kurtarılmış bölge. bu, nüfus sayımlarında köylere doğru yaşanan geçici göçleri ayrı bir başlıkta incelemeli. konuya girelim:

bir memur arkadaşla (ki o ilçede görevliydi) yemek yemek üzere ilçenin tek lokantasına gittik. ben gittiğim gün rastlantısal olarak oranın semt pazarı günü olduğundan kuru bir kalabalık vardı etrafta. meğer lokanta yalnızca o gün iş yapıyormuş: şanslıyım anlayacağınız.

mönü diye bir şey yok. mönü, yemeklerin sıralandığı camekanın ta kendisi. bakıyoruz: patlıcan musakka, arnavut ciğeri, izmir köftesi, pilav vs. "ben izmir köfte ve pilav alayım, yanına da bir salata verirseniz yeterli olur" diyorum. dışarı atılmış masalardan birine oturuyoruz ve garson servisi yapıyor:

tabakların yanına bir kaşık bir de çatal koyuyor. kaşığı kullanabileceğim bir yemek göremiyorum. gereksindiğim bıçak ve çataldan başkası değil. "bıçak var mı acaba?" diyorum. "ya, bıçak yok" diye yanıtlıyor garson. "neyse, çatalın kenarıyla keserim köfteleri" diyorum ben de gülerek. şehre özgü bir şey talep ettiğimi anlayarak. olsun, ortama ayak uydururuz, ne olacak yani? zamanında yer sofrasında yemişliğimiz de var allahtan.

biraz sonra masaya lokanta sahibi geliyor. arkadaşımı tanıyormuş. zaten orada herkes herkesi tanıyor. hoş-beş derken arkadaşım lokanta sahibine, garsondan bıçak istediğimizi, ama bıçak olmadığı yanıtını aldığımızı söylüyor. lokanta sahibi de "olmaz olur mu ya? ragıp, bıçak getirsene oğlum" diyor. ragıp lokantaya giriyor. ben yemeğe eğiliyorum. biraz sonra arkadaşım "sergü, bıçak geldi bak" diye bıçağı işaret edince beynimden vurulmuşa dönüyorum: ekmek bıçağı var masada.

lokanta sahibine dönüp "bu, şaka mı?" diyorum ciddi ciddi. yok anacım, şaka falan değil. arkadaşım "yau ahmet, biz köfte kesmek için yemek bıçağı istedik, sen pala getirttin" deyince de ben gülmekten yemek yemeyi bırakmak zorunda kalıyorum. fıkra gibi olay.

mesele ne? yemek bıçağı görmemiş, hatta duymamış bile olabilir. bunu anlarım. hatta normaldir. ama kalkıp da masaya sorgusuz sualsiz ekmek bıçağı gönderirse, bunu yadırgayabilirim her halde... ellerinde kesmeye müsait hiçbir şey olmayan ve o anki tek işleri yemek yemek olan iki kişi bıçak istiyor ve sen ekmek bıçağı getirtiyorsun. lokanta sahibisin, geçimini sağladığın meslekle ilgili bir ayrıntı bu. demek balta falan istesek, lokantanın yanındaki oduncu dükkanından ödünç isteyecektin? eksik kalsın abicim, güzeliz böyle.