bence yaramazlık geni diye bir şey yok. kimse bu güne kadar böyle bir şeyin varlığını öne sürdü mü bilmiyorum zaten ama, süren oldu ya da olursa diye ben peşin peşin karşı durayım. bir çocuk nasıl karar veriyor buna bilmiyorum. yani "ya geldik işte şu dünyaya eğlenelim bari biraz." düşüncesi bazılarımızda nerden peydah oluyor, anlamıyorum. eğer bunu kalıtsal öğeler belirliyorsa ben kesin evlatlığım. zaten oldum olası o büyük açıklamayı bekledim durdum; "bdd... yavrucum... artık öğrenmen gereken yaştasın. biz... senin gerçek ailen değiliz." ailemi beğenmediğim için değil bee! geberirim onlar için oldum olası. sadece, hayat çok renksizdi. ben böyle büyük sürprizler, şok açıklamalar, korkunç itiraflar filan bekliyordum hep bu yüzden. hani filmlerde olanlar gibi işte. onlarda millet neler neler öğreniyor sonradan, ben evlatlık alınmış olsam çok mu yani? eğer o çok beklediğim açıklama gelmiş olsaydı, gerçek ailemi salya sümük bir duygusallıkla aramaya çıkmayacağım kesindi; "şerefsizim benim aklıma gelmişti" der geçerdim.
anlayacağınız sessiz bir anne babanın hipermanyak çocuğu olarak dünyaya geldim. hatırladığım en yaramaz çocuklar listesinde ilk sıralardaydım, çocuk dediğin yaramaz olmalıdır zaten bana göre. hele hele bir kız çocuğunun uysal-sevimlisinden daha uyuz hiçbir şey tanımam; kız çocuğu dediğin biraz cadaloz olmalıdır, en azından korkunç incelikte baş ağrıtan çığlıklar atmayı, kavga etmeyi, saç çekmeyi, ısırmayı bilmeli, istediği her şeyi bu gibi yollarla kolayca alabilmelidir.
ama işte her şey bu yaramazlık yüzünden başladı. büyüdüğüm mahalledeki hemen her çocukla bi kaç iddialı kavga etmişliğim, belediyenin her hafta yenilerini takmak zorunda kaldığı onlarca sokak lambasını kırmışlığım, ve çok çeşitli yüksekliklerden defalarca kez düşmüşlüğüm var. bu son söylediğim düşmelerden üçü aynı hafta içinde gerçekleşti o zamanlardan birinde. ilkinde yaklaşık 12 metrelik bir yükseklikten toprak zemine düşüp kahkahalarla kalktım, ikincisinde 6-7 metre gibi bir yükseklikten düşüp kafamı kırdım ama acımadığı konusunda fena halde ısrarcıydım. sonuncusunda ise sadece ve sadece 2 metrelik bir yükseklikten yere çakıldım ama sonrasını hatırlamıyorum, bünye bu kadarına pes demiş olsa gerek. o güne dair bir iki ufak kare hatırlıyorum; evdeyim, annem beni kucaklamış sağa sola ağlayarak sallıyor, ben sayıklıyorum. "anne yatağa bırak." annem bırakıyor. "anne kucağına al, salla." bunu kaç kere tekrarladı bilmiyorum, sonra babam gelmiş, hastaneye gitmişiz işte.
ama o hastanede farkedilmeyen bir şekilde, bir şeyler fena halde kırılmış, o kesin.
yazmaya başlarken detayları da anlatmaya niyetliydim ama hiç gerçekçi değiller, bu yüzden onları geçiyorum. ama şu kadarını söyleyeyim ki; orta okulda, bizim eve gelen en yakın arkadaşımla biz ödevlerimizi yaparken, odaya yalnızca bir bardak portakal suyuyla gelen annemin ardından mutfağa gidip yüzüne haykırdığım terbiyesizliği, benim için uzun ve zorlu bir dönemin başlangıcı oldu.
- uyduruyorsun. dedi annem. sen uyduruyorsun!!!
- (istiklal marşını okuyan küçük kızın komik ifade biçimiyle lütfen.) "uydurrrmuyorumm! koru çiçek yapaarrrr, ölü çannn."
- ne sayıklıyorsun, tanrım yardım et bize...
- şiiiir yaa! ben mi yazdım?
sonra gerisi geldi. bir süre için sık sık görmek zorunda kaldığım doktorlar da dahil olmak üzere, uzunca yıllar boyunca kimse, anlattığım şeylere inanmadı.
ne? siz bu anlattıklarıma inanmıyor musunuz? "uydurrrrrmuyorum! koru çiçek yapaaarr, ölü çann. ölü çaaann! birileri için çalınan..."
anlayacağınız sessiz bir anne babanın hipermanyak çocuğu olarak dünyaya geldim. hatırladığım en yaramaz çocuklar listesinde ilk sıralardaydım, çocuk dediğin yaramaz olmalıdır zaten bana göre. hele hele bir kız çocuğunun uysal-sevimlisinden daha uyuz hiçbir şey tanımam; kız çocuğu dediğin biraz cadaloz olmalıdır, en azından korkunç incelikte baş ağrıtan çığlıklar atmayı, kavga etmeyi, saç çekmeyi, ısırmayı bilmeli, istediği her şeyi bu gibi yollarla kolayca alabilmelidir.
ama işte her şey bu yaramazlık yüzünden başladı. büyüdüğüm mahalledeki hemen her çocukla bi kaç iddialı kavga etmişliğim, belediyenin her hafta yenilerini takmak zorunda kaldığı onlarca sokak lambasını kırmışlığım, ve çok çeşitli yüksekliklerden defalarca kez düşmüşlüğüm var. bu son söylediğim düşmelerden üçü aynı hafta içinde gerçekleşti o zamanlardan birinde. ilkinde yaklaşık 12 metrelik bir yükseklikten toprak zemine düşüp kahkahalarla kalktım, ikincisinde 6-7 metre gibi bir yükseklikten düşüp kafamı kırdım ama acımadığı konusunda fena halde ısrarcıydım. sonuncusunda ise sadece ve sadece 2 metrelik bir yükseklikten yere çakıldım ama sonrasını hatırlamıyorum, bünye bu kadarına pes demiş olsa gerek. o güne dair bir iki ufak kare hatırlıyorum; evdeyim, annem beni kucaklamış sağa sola ağlayarak sallıyor, ben sayıklıyorum. "anne yatağa bırak." annem bırakıyor. "anne kucağına al, salla." bunu kaç kere tekrarladı bilmiyorum, sonra babam gelmiş, hastaneye gitmişiz işte.
ama o hastanede farkedilmeyen bir şekilde, bir şeyler fena halde kırılmış, o kesin.
yazmaya başlarken detayları da anlatmaya niyetliydim ama hiç gerçekçi değiller, bu yüzden onları geçiyorum. ama şu kadarını söyleyeyim ki; orta okulda, bizim eve gelen en yakın arkadaşımla biz ödevlerimizi yaparken, odaya yalnızca bir bardak portakal suyuyla gelen annemin ardından mutfağa gidip yüzüne haykırdığım terbiyesizliği, benim için uzun ve zorlu bir dönemin başlangıcı oldu.
- uyduruyorsun. dedi annem. sen uyduruyorsun!!!
- (istiklal marşını okuyan küçük kızın komik ifade biçimiyle lütfen.) "uydurrrmuyorumm! koru çiçek yapaarrrr, ölü çannn."
- ne sayıklıyorsun, tanrım yardım et bize...
- şiiiir yaa! ben mi yazdım?
sonra gerisi geldi. bir süre için sık sık görmek zorunda kaldığım doktorlar da dahil olmak üzere, uzunca yıllar boyunca kimse, anlattığım şeylere inanmadı.
ne? siz bu anlattıklarıma inanmıyor musunuz? "uydurrrrrmuyorum! koru çiçek yapaaarr, ölü çann. ölü çaaann! birileri için çalınan..."