metrobüsten inmişim, aynı 20 dakikalık lanet yol önümde. yolun uzunluğunda değilim de, monotonluğa gelemiyorum, daha yıllarca aynı yolu yürüme düşüncesi beni deli ediyor. mp3ü takıyorum kulağıma, 40 gb şarkı arasından "no woman, no cry" çalmaya başlıyor, mk deyip yürümeye devam ediyorum.
belirsizliklerden nefret ediyorum ben. aynı zamanda aşırı seviyorum. hayalim dünyanın bambaşka noktalarında ayrı ayrı yaşamak, ailem gibi aynı semtte doğup, aynı semtte yaşlanma düşüncesi de beni deli ediyor. önümde çizilmiş bir gelecek olduğu düşüncesi korkunç. hayali sırasıyla iyi bir üniversite, iyi bir iş, iyi bir eş ve mutlu bir yuva olan nice adamlar vardı tanıdığım. hiçbirini anlamadım o adamların. bütün bunları düşünürken bir yandan da hala belirsizliklerden nefret ettiğimi farkediyorum.

önümde bir 4x4 jip duruyor. adam kafasını camdan uzatmış yüzüme bakıyor mal mal, yol sorucak belli. yer-yön duygum iğrençtir, asla birine yol tarif edemem. yani kesinlikle eminim o adama yardım edemeyeceğimden, yine de yürüyüp geçemiyorum yanından. içimden binbir küfürle mp3ün kulaklıklarını çıkarmaya başlıyorum. ulan beni mi buldun yol sorucak kulağımdaki kulaklıkları gördüğün halde. sabırla bekliyor, sonunda elimdeki poşetleri düşürmeden çıkarıyorum.
-mırası bğlr cadsimi?
-pardon?
-burası bağlar caddesi mi?
-bilmiyorum be abi, sen nereyi arıyorsun söyle ben sana tarif edeyim (oha yalana bak)
-avukat bilmemkimi arıyorum.
-şu ilerlerde hep avukat tabelaları görüyom ben.

tek kelime etmeden devam ediyor yola. dünyanın en lüzumsuz konuşmalarından birini yaşamış olmanın siniriyle yoluma devam ediyorum. bir yandan kafamdaki adam "bob marley no woman no cry da -hayır kadın hayır ağlama- demek istemiş yeaaa" geyiği yapıyor. nereden geldi aklıma şimdi bu? birşey gıcıklıyor kafamı ama durmuyorum üstünde. kafamdaki soruna fazla odaklanırsam çözemem, o düğümde beni rahatsız etmeye devam eder. bu seferki soru aynı zamanda nasıl belirsizliklerle dolu bir hayat isteyip bir yandan da belirsizliklerden nefret ettiğim. dediğim gibi direk bunu düşünmüyorum, daldan dala atlıyor kafam. ulan zaten ne mal adamdı yahu. o 4x4 nasıl altında o adamın. ben adama nereye gitmek istiyorsun diyorum, o bana avukat ismi söylüyor. nereden bileyim anasını satayım o kadarını. aha durdu ilerde. hah yok o değilmiş. zaten niye gerildim ki şimdi ben buna? aha bağcıklarım da çözülmüş. mk sizin bağcık kere.

bir adamın daha dik dik baktığını farkediyorum, bu seferki yaya. adam da değilmiş genç biri. deli-kanlı. çıkarıyorum yine kulaklıkları tabi, yardım edemeyeceğimi bile bile, hemen soru geliyor.
-bakırköy meydana nasıl çıkabilirim?
-bak şu arkadaki minibüsler gidiyor.
ümitsizce bakıyor minibüslere, anlam veremiyorum.
-yok ben kendim çıkıcam.
-abi çok yürürsün.
-nasıl gideyim böyle dümdüz mü gideyim.
-he dümdüz git, izle minibüsleri, onlar götürür ama yol çok uzar.
-sağol kardeş..
yürümeye devam ediyor deli-kanlı. ben de bağcıklarla oyalanarak uzaklaşmasını bekliyorum, tanımadığım adamla yanyana gitme gerilimini yaşamak istemiyorum çünkü. düşünce akımı yeniden başlıyor. ulan belki de adamın parası yoktu. kesin yoktu anasını satayım, yoksa niye bilmediği bir yolu o kadar yürüsün. zaten minibüslere attığı bakışı gördüm, "ben kendim çıkıcam" derkenki ezikliğini. çıkarıp 1 ytl veremedim. seslenemem de artık. ne diyecem. zaten zor gözükür hale gelmiş. seslenemem çünkü o göt yok bende. gidip yanına pardon paran yoksa al şunu minibüse bin diyemem. yanımda olsaydı belki ama şimdi seslenip..
devam ediyor düşünceler, daldan dala atlayarak. şimdi benim cebimde param olmasa da aynı durumda ben olsam. yürürdüm. birisi gelip bir ytl teklif etse alırdım. ama isteyemezdim, yürürdüm. her adımında inanılmaz bir eziklik hissederek. peki niye anasını satayım, ben değil miyim yabancı ülkelere gidip hiç tanımadığım yerleri yürüyerek tek tek keşfetmek isteyen. pokemondaki ash'in her gün dağ bayır şehir şehir yürümesine özenen. o halde niye aynı olayı yaparken eziklik hissediyorum?

hiç düşündünüz mü, niye herşeyi arkada bırakıp çekip gitme isteği bu kadar yoğunken neden insanlarda yapan sayısı parmakla bile gösterilemeyecek kadar azdır. ne demiş can yücel "hiç gitmedim ama, olsun istemek de güzel". herkes istemekle kalıyor. işte bunun sebebi sadece göt korkusu değil. ben şimdiye kadar öyle sanırdım ama o kadar basit değil. biz gücümüzü kaybetmekten korkuyoruz. bahsettiğim karakterimizin, kişiliğimizin gücü, hayatımızdan, çevremizden, arkadaşlarımızdan, paramızdan aldığımız güç. "dört çocuğuyla dul kaldı ama hala savaşıyor, ne güçlü kadın" derken bahsettiğimiz güç. işte o güç olmazsa biz hiçbir şey olmuyoruz. hiçbir şey üretemiyor, hiçbir şey düşünemiyoruz, kısaca bizi biz yapan hiçbir özelliğimizi gösteremiyoruz, bu yüzden de ölesiye korkuyoruz bunu kaybetmekten.
çekip gidenler genelde arkasında bırakıcak birşeyleri olmayanlardır. biz onları arkalarında birşeyleri olmadığından çekip gidiyorlar zannederiz, kısmen doğru ama bence daha doğru bir tanımla onlar güçlerini kendi üzerlerinden sağlayabildikleri için gidebiliyorlar. hayatta kalmak için başka birşeye ihtiyaç duymamışlar şimdiye kadar, bundan sonra da duymuyorlar, onlar için her yer aynı. ama biz isteyip de gidemeyenler o kadar şanslı değiliz, çünkü bizim gücümüzü belki çevremizdeki bizi takdir eden insanlar, güvendiğimiz arkadaşlar, belki paramız, belki akşam dönecek bir evimiz olduğu gerçeği sağlıyor. gerçi buna zayıflık diyorlar artık, yani yaşamak için kendinden başka şeylere ihtiyaç duymaya. herhalde haklılar. ben biraz daha bunu aşabilmiş olarak param olsa yeter diyorum işte. param her an elimin altında garanti olsa yeter bana.

eğer cebimde çok değil bir yirmilik olsaydı, o yoldan keyifle yürüyebilirdim ben eziklik falan hissetmeden. çünkü güveneceğim birşey olduğu anda yanımda, özgüvenim üçe, beşe katlanıyor. kredi kartlarını cebimde taşımaya başladığımdan beri çok daha rahatım. eğer cebimde yirmi bin olsaydı veya bir arkadaşım adam ilerde sağa çekti diye de sebepsiz yere gerilmezdim bir anda. daha kötüsü de var, grup halinde olmadan rahat gezemeyenler de var, daha iyisi de var işte, hiçbir şeye ihtiyaç duymadan özgüvenini, gücünü kendi üzerinden sağlayan. herneyse, sonuçta geldiğim nokta belirsizlikleri aslında herkesin sevdiği ve belirsizliklerden herkesin nefret ettiği oluyor. sonunda çözdüm o düğümü. insanlar belirsizlikleri sever ama kendilerini güçlü hissettikleri zaman. ben cebimde paramla dünyayı zevkle gezebilirim ama cebimde para yokken istanbul içinde gezerken bile huzursuz olurum. herkes için bu böyle. eğer huzurluysanız, kendinizden eminseniz, gücünüz doruktaysa belirsizlikleri seveceksiniz. ve bu şekilde yaşamaya devam ederseniz hayattan sıkılmış, sürekli bir atraksiyon bekleyen, "yea aslında uzaylılar dünyayı işgal etse güzel olurdu" diyen insanlardan olacaksınız. süpriz arayacaksınız, belirsizlik özlemiyle tutuşacaksınız. "yollara düşmek isteyeceksiniz ama gücünüzü kaybetmekten korktuğunuzdan onu da yapamayacaksınız". eğer gücünüzün yetmediği bir durumla da karşılaşırsanız benim gibi belirsizliklerden nefret edeceksiniz. bu kadar basit. eğer gücümüz kaldırmaya yetiyorsa süprizleri, belirsizlikleri mumla arıyoruz, yetmiyorsa nefret ediyoruz.

40 gb müzik içinden "no woman no cry" parçasının çalmasına küfrediyorum, çünkü aklımda bir kız var. 1 haftada öncesine kadar mutluyken şuan belirsizlik denizinin içinde boğuluyorum. her anından nefret ediyorum, arkadaş mı kalıcaz, hoşlanıyor mu, ben hoşlanıyor muyum, arkadaş çevremiz nolucak, herşey tam bir muamma. ve bunu kontrol etmeye, bu soruların gidişatını cevaplarını belirlemeye gücüm yetmiyor benim, belirsizliği kontrol edemiyorum, bu yüzden de boğuluyorum. bundan bir hafta önce "yeaaa aşkı ana göre yaşayın, geleceği düşünmeyin, günü hissedin" geyiği yapan ben değildim sanki. şimdi şunu da anlıyorum, aşkı günü gününe yaşamak geleceği düşünmemek için de kafanın acaip rahat olması ve gerektiğinde o aşkı kontrol edebilecek güce sahip olmak gerekiyor. eğer yoksa o aşktan da keyif alamıyorsun anasını satayım. sonuç olarak bir sonucum olmadığını görüyorum. hala belirsizlik istiyorum, hala belirsizlikten nefret ediyorum.

ama en azından kafamdaki düğümü çözdüm, huzurla yürüyorum evime.