being there
bu film, ismiyle öylesine müsemma bir adamın, chance'ın öyküsünü anlatıyor. dünyaya gelişi kadar yaşamının seyri de her dem şansa bakan bir adam chance. ve öyle bir adam ki, vaktiyle, kendisine filmde hayat veren, bizim gedikli komedyen bildiğimiz halde hayatının performansını bu alabildiğine sakin karakterde sergileyen peter sellers şöyle demiş: "birçok oyuncu othello'yu oynamak isterken, benim tek isteğim chance'ı oynamak olmuştur."

chance'ı canlandırmak, peter sellers için öyle bir arzu olmuş ki kitabın basımından sonra, yazarı kosinski'ye telgraf çekerek chance rolüne talip olduğunu ima etmiş. kosinski'nin elinden çıkma en dingin öykülerden olan being there, (en azından boyalı kuş'u bilenlerinizin beni anlayacağından eminim) hal ashby tarafından sinemaya uyarlandığında chance rolünü arzu ettiği gibi kapmış sellers. ve kariyerinin dip noktalarına sürülmüşken, bu sondan bir önceki filmiyle, oyunculuk yaşamının zirvesine tırmanmış.

boyalı kuş'un olanca dehşetengizliğinden sonra, being there'i okumak, hayatınızın travmasından sonra terapi görmek gibi bir şeye benziyor. anlayacağınız üzere, kitabı okumuş biri olarak, filmi acımasızca eleştirme hakkını kendinde görmüş, şımarık ve götü kalkık bir izleyen kimliğinde bu yazıyı devam ettirmek niyetindeyim. yazıyı okuma zahmetine katlanan bir ya da iki kişi, yol yakınken vazgeçerseniz sizi anlarım. bana da böyle insanlar ziyadesiyle sevimsiz gelir, ama işin içinde bizzat olunca inanılmaz bir zevk duyduğunuzu söylemek isterim.

chance dış dünyayla tek bağlantısı günün boş kalan her saatinde başına oturduğu televizyon olan bir adam, bir bahçıvan. dünyada bir kaydı yok, kimliği yok, kartı yok, hastane kaydı yok, kartviziti yok. dış dünyaya açılması gerektiği zamana kadar iletişime geçtiği insan sayısı beşi aşmaz. iletişime dair bildiği her şeyi televizyondan kotarmış ama bahçe duvarının ötesindeki dünyaya geçtiğinde hiç de bocalamıyor, 'şansa' bakın ki. o kadar dolaysız bir adam olmasına rağmen, bildiği tek anlam olan gerçek anlamla konuştuğunda cümleleri mecaza yoruluyor, en düz anlatımları sembollerle bezeli sanılıyor. ve şans eseri attığını vuruyor chance, attığını bile bilmeksizin. seviliyor, sayılıyor, insanlar ona hayranlık duyuyorlar, onun hakkında planlar yapıyorlar, onu yüksek mevkilere aday gösteriyorlar. esasında bahçıvan olan bu adamın, bahçesiyle ilgili en basit bilgileri, bir ülkenin insanlarının ekonomi hakkındaki kötümserliğini kasıtsızca manipüle edebiliyor. ama aslına bakarsınız, onların dünyası chance'ın çok umurunda değil. kalabalıklar, övgüler onu ait olmadığı bu dünyaya hapsedemiyor, onu ait olduğu yerde, orada, olma isteğinden alıkoyamıyor. o gerçekten bu dünyaya yabancı biri ve öylesine farklı ki onun sadeliği ve sakinliği yanında etrafındaki insanların onca gereksizlik ve karmaşıklıkla sırıtması karşısında şaşırıp kalıyorsunuz ve onu bu dünyaya hiç mi hiç yakıştıramıyorsunuz. bu ahmak kitleye gülüp geçerken, oyuna istemi dışında dahil olmuş chance'ın kirlenmemişliğine, duruluğuna hayran kalıyorsunuz.

bunların hepsini kitabı okurken tecrübe edebilirsiniz, filmi izlerken ise ancak küçük bir kısmını çıkarabilirsiniz ne yazık ki. kitap size chance'ı zaten fazlasıyla tanıtır, ama film bu konuda ziyadesiyle yalpalar. öyle ki kitabı okumadan filmi izlediğinizde chance'ı basitçe zeka özürlü sanmanız işten bile değildir. üstelik senaryoyu bizzat kosinski yazmışken durum böyledir. bir yere kadar eksiklikleri mazur görebilirsiniz, öyle ya bir kitabın anlatım olanaklarıyla bir filminki eşit değildir. kitabı sayfalarca tutabilirisiniz, ama film kendisinden beklenen makul süreyi aşmamalıdır. kitapta her detayı işleyebilirsiniz ama filmde bir kısmından vazgeçmeniz gerekebilir. velhasıl bir romanı filme uyarlamada tamamıyla yansıtma vaadi beklenemez yönetmenden, eksiklikler elbette olacaktır. ancak bu eksiklerin üstüne bir de fazlalıkların yaptığı kalabalık söz konusuysa, kitaba aşina bir izleyen elbette bıdılanma hakkını kendinde görebiliyor. kitapta yer almayan gereksiz ayrıntılar, bilhassa şu raphael meselesi, doktorun chance'ın geçmişini araştıran bir ajana dönüşüvermesi, avukatların, hemşirelerin türlü şüphelerle soruşturmalara girişmesi yok yere çekilmiş bölümlerden fazlası değil inanın. işbu sahnelerin, filmin kitapla paralel olarak söylemeye niyetlendiklerine hiçbir katkısı olmadığı gibi, laf kalabalığı edip sözü gereksiz yere uzatmaktan başka bir şeye hizmet etmediği rahatlıkla söylenebilir. haliyle yapıtın derdini anlatmasını gölgelemekten, olası bir büyüyü dağıtmaktan başka varlık amaçları kalıp kalmadığını sorgulamadan edemiyor insan. chance'ın televizyonda gördüklerini, davranış biçimi olarak benimsediğini neredeyse filmin sonuna kadar dönüp dolaşıp göstermek de bir yerden sonra izleyeni alık yerine koymaktan öteye geçmiyor.

filmin peter sellers'ın oyunculuğu dışında, parmakla gösterilecek tek tarafı finali. her ne kadar, metindeki o kendi halinde hikayenin aksine, olayların gereksiz biçimde daha somut bağlanması kaygısı göze çarpsa da, kitaptakiyle farklı mizansende ancak benzer düşüncede bir finalle son verilmiş filme. ve hatta şunu söyleyebilirim ki, filmde, öykünün aslına en uygun ve derdini anlatmaya en müsait bölüm final olmuş. chance'ın ayrıksılığı, hani neredeyse azizliği gözümüzü doldururken de şunu düşünür olmuşuz, filmden nefret etmedik, film kötü değildi, ama şu da bir gerçek ki, hani kitabı okumasaydık filmi daha çok sevebilirdik.