dikenli kabuğu olan dışı frenk armutu renginde ağaça tüneyen bir kirpiydi. ne vakit ki kabuğunu sıyırıp içindeki kestanesini ele aldığınızda sanki elinizden yağ gibi kayardı. arabanın altına atıp onların ezilmesini izlemek fevkalade zevkliydi. nedense sonbahar denilince gözümde asfalt üstünde o ezilmiş görüntüsü gelir paslı bir resimde.
ekim ayı ne tam anlamıyla yazdır ne de tam anlamıyla kıştır. iki arada bir derede sınır kasabasıdır. her ekim ayında bir caddenin iki tarafında taa nuh nebiden kalma ağaçları hatırlarım.
bu ağaçlar bana çağrısımlar üzerine üzerine çağrısımlar yaptırtır. daha istanbulda taksilerin sarı renge boyanmadığı çeşitli renkte olduğu dönemleri hatırlarım. bir taksiyi hususi arabadan ayıran yegane şey damalarıydı. sonra sonra sarı arabalar taksi oldu. toptancı minübüslerinin dolmuş olması gibi.
müthiş bir yenilendirme arzusu var bu topraklarda. anıtsal olarak hiç birşey bırakmamak için tüm yönetim kadroları seferber olmuş. zırt pırt herşeyi değiştirmek yenilemek istiyorlar ve de bunu beceriyorlar. ulaşım araçlarındaki rahat koltukları plastik ve spastik koltuklarla değiştiriyorlar. bu plastik koltukları ince mi ince bir kılıf ekledimi oluyor sana oturak ama insan sanki onun üstüne oturdumu oturağın üstüne oturuyormuş gibi oluyor.
geçen senemiydi ne, tünelde iki vagondan mürekkep katarı yenilediler. fena olmamıştı diye düşünüyordum ta ki o vagonlara binene kadar. o halk otobüsü koltuklarını görünceye kadar. tarihi bir konsept yaratmaya çalışıldığı aşikardı ama benim bildiğim o yaratılmaya çalışılan konsepin olduğu senelerde plastik yoktu. herhalde plastik kullanmanın daha hesaplı olduğunu düşünen bir makam sahibi bunu büyük bir iyiniyetle yapmış.
koltuklardan devam ederim. vapurlarda ve feribotlarda iyileştirme çalıştırmaları yapılıyor. fakat bu icraat eylenir iken sonuç pek iyileştirme değil ne yazık ki kötüleştirme oluyor. bir şeyi kullanmadan onu onu dizyan etmeğe kalkmak bazı formullere bağlı kalınarak yapmak her zaman müspet sonuçlar vermez ve bol bol kulaklar çınlatılır.
bu olgu mesela şehir planlamacılığında da arz-ı endam ediyor, mimarlıkta da. sadece simülasyonlar kullanarak google earthden dünyaya bakarmış gibi hayata bakılıp büyük yüzeysellikle yapılan işlerin sonları fevkalade fena oluyor.
yenilik yapma ihtiyacı zırt pırt arz edilirse anıtsal değeri olan olgular hiç kalmaz ve bir kaos oluşur. yenilik yapmak için yenilik yapılmaz. daha iyisi yapılabilmek içi yapılır. fakat içi sıkılan yörüngelerini kaybetmiş bireyler ve kurumlar icat çıkarmaktan başka birşey yapmazlarsa şehirledeki yaşam alanlarını kısıtlamaları sonucu verir.
mesela şehr-i istanbul denilen yer ne yazık ki öyle ahım şahım bir yer değildir. bunu kabullenmemiz gerekir büyük bir kısmı herhangibi anadolu kasabası gibidir. vitrinde olan diyarları ise ,mesela kadıköy, beyoğlu, gitgide artan yozlaşmadan nasibini almaktadır.
semtini geçtim şöyle içten gelerek gidilecek pek biyer yoktur var olanlar ise kısa bir süre dayanıp tepinme kültürüne teslim olmuştur.
sokaklar özellikle gece hayatı ergenciliğe teslim olmuştur. ya semt pazarı gibi tıkış tıkış yahut ıssızdır. ortası yoktur.
müthiş bir imar hamlesi eskisini yıkıp daha keleğini daha beterini arz ettikçe de hergeçen sene mumla aranılır olacaktır.
birçok kişiler biliyorum ki artık dışarı çıkmaktansa evde oturup ense yapmayı mecburen tercih etmektedir. peki bir şehir yaşamazsa yaşayan ölüye dönerse sonuç ne olur?
sonuç toplumsal patlamaların gelmesi kaçınılmazdır ki ufaktan ufağa bu olmaktadır ki ortalama bir gazete okuyucusu üçüncü sayfa haberlerinin her geçen gün daha dehşetleştiğini farketmektedir.
kitleler suni yahut hakiki ekonomik kriz nedeniyle iş bulamıyor, ekonomi odaklarının yüksek faiz düşük kur politikaları nedeniyle ististam yerlerde sürünmekte ve sokaklar issizlerle dolu olmaktadır.
değil on senesini yarınından bile emin olamayan bireyler sokakları doldurmaktadır. hele ki birde öğretimli bireyler ise kazıklandıklarını köküne kadar hissetmektedirler. - neden bana yalan söylediler şarkısı bu kadar revaçta sanarsınız?-
bir şekilde iş bulup çalışan kimseler sokaklardaki issizler ordularının neferlerinden olmamak için ağızlarıyla balık tutmaları istense yapacak bir pozisyondadırlar. bir kişi ne yazık ki 10 kişinin işini yapmaktadır.
büyük şehirlerde durumlar budur. küçük şehirlerde daha doğrusu taşralardaysa durum felakettir. taşra içine kapanık bir yerdir. taşralarda yapılacak bir halt azla yoktur. toplumda yaşamak zorundasınızdır. toplumdan kabul görmenin en fazla değer kazandığı yaşam formu taşradır. velev ki toplm dışına çıktınız o vakit taşra toplumu büyük bir gaddarlıkla sizi ezer ve dışlar.
ya oynayacaksın yahut oyulmayı recm edilmeyi göze alacaksın. ortası yoktur.
esasında kendin olurken bunu maske ile gizlerken toplum dışına çıkmış bir bireyi taşlarken esasında kendini taşlar. kendini mahvetmek ister ama bunun dışa vurumu ise budur. yani başkasının sureti vasıtasıyla kendini recm etmek.
ama bütün bu olumsuz koşullara rağmen ne kadar da yaşam alan kısıtlanırsa kısıtlansın bazı şeyler yok olmaz.
bu güzel şeyleri saymaya gerek duymuyorum. çünkü eğer saymaya kalkarsam o güzelliklerin kacacağından korkuyorum. ankarada 82 yıllık heykeli altın suyu ile boyayıp bombok edileceği gibi, hem de iyi niyetle...
ama birşey yok etmek imkansızdır. istenildiği kadar yok edildiği zannedilsin, o sadece şekil değiştirir ve varlığını devam ettirir.
at kestaneleri gibi. ezilirler yok olurlar binbir bokluğa rağmen ayakta dururlar. bazen birilerinin kafasına düşerler bazende birileri vasıtasıyla düşürtülürler ama öyle ya da vardırlar.
kendilerini yemek isteyen bir babayiğit pek ortaya çıkmaz. zaten çıkamaz da.
onlar kendi kendilerini doğal bir biçimde yok ederler. bazen de faydalı bir şekilde...
ağaç her zaman vardır dayanıklıdır, ne kavak ağacı gibi kof ne ceviz gibi mobilyalık, ne çınar ağaçları gibi müzelik ne de çam ağacı gibi merhum kaplığı vazifesi görmeye yararlar.
kimse o ağaça dokunmazsa ayakta ölürler, ölürler, ölürler...
at kestanelerini severim bir sınır kasabasını hatırlatır bana, ne yaz ne kış olan ekim ayının alemet-i farikasıdır. yazı iyi geçirememenin nedameti kış aylarının tedirginliğinden asude dururlar öylesine, sanki hiç varolmamışcasına....
ekim ayı ne tam anlamıyla yazdır ne de tam anlamıyla kıştır. iki arada bir derede sınır kasabasıdır. her ekim ayında bir caddenin iki tarafında taa nuh nebiden kalma ağaçları hatırlarım.
bu ağaçlar bana çağrısımlar üzerine üzerine çağrısımlar yaptırtır. daha istanbulda taksilerin sarı renge boyanmadığı çeşitli renkte olduğu dönemleri hatırlarım. bir taksiyi hususi arabadan ayıran yegane şey damalarıydı. sonra sonra sarı arabalar taksi oldu. toptancı minübüslerinin dolmuş olması gibi.
müthiş bir yenilendirme arzusu var bu topraklarda. anıtsal olarak hiç birşey bırakmamak için tüm yönetim kadroları seferber olmuş. zırt pırt herşeyi değiştirmek yenilemek istiyorlar ve de bunu beceriyorlar. ulaşım araçlarındaki rahat koltukları plastik ve spastik koltuklarla değiştiriyorlar. bu plastik koltukları ince mi ince bir kılıf ekledimi oluyor sana oturak ama insan sanki onun üstüne oturdumu oturağın üstüne oturuyormuş gibi oluyor.
geçen senemiydi ne, tünelde iki vagondan mürekkep katarı yenilediler. fena olmamıştı diye düşünüyordum ta ki o vagonlara binene kadar. o halk otobüsü koltuklarını görünceye kadar. tarihi bir konsept yaratmaya çalışıldığı aşikardı ama benim bildiğim o yaratılmaya çalışılan konsepin olduğu senelerde plastik yoktu. herhalde plastik kullanmanın daha hesaplı olduğunu düşünen bir makam sahibi bunu büyük bir iyiniyetle yapmış.
koltuklardan devam ederim. vapurlarda ve feribotlarda iyileştirme çalıştırmaları yapılıyor. fakat bu icraat eylenir iken sonuç pek iyileştirme değil ne yazık ki kötüleştirme oluyor. bir şeyi kullanmadan onu onu dizyan etmeğe kalkmak bazı formullere bağlı kalınarak yapmak her zaman müspet sonuçlar vermez ve bol bol kulaklar çınlatılır.
bu olgu mesela şehir planlamacılığında da arz-ı endam ediyor, mimarlıkta da. sadece simülasyonlar kullanarak google earthden dünyaya bakarmış gibi hayata bakılıp büyük yüzeysellikle yapılan işlerin sonları fevkalade fena oluyor.
yenilik yapma ihtiyacı zırt pırt arz edilirse anıtsal değeri olan olgular hiç kalmaz ve bir kaos oluşur. yenilik yapmak için yenilik yapılmaz. daha iyisi yapılabilmek içi yapılır. fakat içi sıkılan yörüngelerini kaybetmiş bireyler ve kurumlar icat çıkarmaktan başka birşey yapmazlarsa şehirledeki yaşam alanlarını kısıtlamaları sonucu verir.
mesela şehr-i istanbul denilen yer ne yazık ki öyle ahım şahım bir yer değildir. bunu kabullenmemiz gerekir büyük bir kısmı herhangibi anadolu kasabası gibidir. vitrinde olan diyarları ise ,mesela kadıköy, beyoğlu, gitgide artan yozlaşmadan nasibini almaktadır.
semtini geçtim şöyle içten gelerek gidilecek pek biyer yoktur var olanlar ise kısa bir süre dayanıp tepinme kültürüne teslim olmuştur.
sokaklar özellikle gece hayatı ergenciliğe teslim olmuştur. ya semt pazarı gibi tıkış tıkış yahut ıssızdır. ortası yoktur.
müthiş bir imar hamlesi eskisini yıkıp daha keleğini daha beterini arz ettikçe de hergeçen sene mumla aranılır olacaktır.
birçok kişiler biliyorum ki artık dışarı çıkmaktansa evde oturup ense yapmayı mecburen tercih etmektedir. peki bir şehir yaşamazsa yaşayan ölüye dönerse sonuç ne olur?
sonuç toplumsal patlamaların gelmesi kaçınılmazdır ki ufaktan ufağa bu olmaktadır ki ortalama bir gazete okuyucusu üçüncü sayfa haberlerinin her geçen gün daha dehşetleştiğini farketmektedir.
kitleler suni yahut hakiki ekonomik kriz nedeniyle iş bulamıyor, ekonomi odaklarının yüksek faiz düşük kur politikaları nedeniyle ististam yerlerde sürünmekte ve sokaklar issizlerle dolu olmaktadır.
değil on senesini yarınından bile emin olamayan bireyler sokakları doldurmaktadır. hele ki birde öğretimli bireyler ise kazıklandıklarını köküne kadar hissetmektedirler. - neden bana yalan söylediler şarkısı bu kadar revaçta sanarsınız?-
bir şekilde iş bulup çalışan kimseler sokaklardaki issizler ordularının neferlerinden olmamak için ağızlarıyla balık tutmaları istense yapacak bir pozisyondadırlar. bir kişi ne yazık ki 10 kişinin işini yapmaktadır.
büyük şehirlerde durumlar budur. küçük şehirlerde daha doğrusu taşralardaysa durum felakettir. taşra içine kapanık bir yerdir. taşralarda yapılacak bir halt azla yoktur. toplumda yaşamak zorundasınızdır. toplumdan kabul görmenin en fazla değer kazandığı yaşam formu taşradır. velev ki toplm dışına çıktınız o vakit taşra toplumu büyük bir gaddarlıkla sizi ezer ve dışlar.
ya oynayacaksın yahut oyulmayı recm edilmeyi göze alacaksın. ortası yoktur.
esasında kendin olurken bunu maske ile gizlerken toplum dışına çıkmış bir bireyi taşlarken esasında kendini taşlar. kendini mahvetmek ister ama bunun dışa vurumu ise budur. yani başkasının sureti vasıtasıyla kendini recm etmek.
ama bütün bu olumsuz koşullara rağmen ne kadar da yaşam alan kısıtlanırsa kısıtlansın bazı şeyler yok olmaz.
bu güzel şeyleri saymaya gerek duymuyorum. çünkü eğer saymaya kalkarsam o güzelliklerin kacacağından korkuyorum. ankarada 82 yıllık heykeli altın suyu ile boyayıp bombok edileceği gibi, hem de iyi niyetle...
ama birşey yok etmek imkansızdır. istenildiği kadar yok edildiği zannedilsin, o sadece şekil değiştirir ve varlığını devam ettirir.
at kestaneleri gibi. ezilirler yok olurlar binbir bokluğa rağmen ayakta dururlar. bazen birilerinin kafasına düşerler bazende birileri vasıtasıyla düşürtülürler ama öyle ya da vardırlar.
kendilerini yemek isteyen bir babayiğit pek ortaya çıkmaz. zaten çıkamaz da.
onlar kendi kendilerini doğal bir biçimde yok ederler. bazen de faydalı bir şekilde...
ağaç her zaman vardır dayanıklıdır, ne kavak ağacı gibi kof ne ceviz gibi mobilyalık, ne çınar ağaçları gibi müzelik ne de çam ağacı gibi merhum kaplığı vazifesi görmeye yararlar.
kimse o ağaça dokunmazsa ayakta ölürler, ölürler, ölürler...
at kestanelerini severim bir sınır kasabasını hatırlatır bana, ne yaz ne kış olan ekim ayının alemet-i farikasıdır. yazı iyi geçirememenin nedameti kış aylarının tedirginliğinden asude dururlar öylesine, sanki hiç varolmamışcasına....