mudanya'yı bilirim, yalan değil. sevgili almışlığım, denize uğurlamışlığım bile vardır. yıldıztepe'den bakınca çok kocaman sanılsa da aslında daha şunca'azdır; mudanya'dan öte tirilye, iskele'de hala duruyor 1976 tarihli hk yazılaması. güzelyalı'nın da kızlarını abartıyorlar, tirilye'nin kedileri çok fena ama. bilirim, sevgilim vardı o vakit, o da bilir, zeytin bile almıştık bir tezgahtan.

gemliği gördüm. bir çay paydosunda serbest bölgede bir fabrikadan, azotun dumanları arasında bir körfez, en azından öyleydi benim durduğum açıdan. gemlik'te çok solcu olduğu söylenir, çokça serseri ve zeytinleri oranın da tuncelili kızların kara gözleri gibi parlaktır, kimlikte mi, dersimli. bir kere istanbul'a kaçmıştım, gene gözlerim bağlı, sabahın yedisinde indirdi beni muavin gemlik'te, işe gidesim yoktu. indim, kahvaltı yaptım, işe gitmeyeceğimden değil, denizi merak ettim, bir de kimsem yoktu o zaman. hatırlamam mı, genç bir kıza aşıktım, onun kimsesi olamazdım, kimsem de olmadığı gibi, onun kimsesi olasım da olmadı. gemlik hep azot dumanları içinde kalacak aklımda.

beşiktaş'ta çay içtim, yeminle! düşünün, ve evet, ben, bildiğiniz, o çay bahçelerinde hem. biliyorum, yakıştıramazdınız, ben de üstelik. bildiğiniz çay bahçeleri beşiktaş'ın ve çay, bildiğiniz çay bahçelerinin, akaretleri geçince solda. çay içtim orada. bir sabah güneş daha doğuyordu. yanılmadınız, yanımda bir kızla, o zaman daha seviyordum galiba onu, güneş doğunca uzun beyaz bacaklarını gördüm beşiktaşlı üç orospunun. işleri iyi gitmiş olacak onlar bakmadılar bana, yanımdaki kız kızmadığı için üzüldüm, bir çay daha söyleyecek kadar üzüldüm. kadıköy'ü de bilirim yalan olmasın, oranın denizine 'rıhtım' diyorlar, galiba sudan çok çevreleyeni ile ilgililer, kime sorsanız gene o tarafta, denizsiz de yaşayamazlar. ankara'ya biraz benzettim kadıköy'ü, hiç değilse tren geçiyordu. bir de malı afedersiniz bildiğiniz heykel yapmışlar, güldüm, ama o tabii denize uzak. hem ikisinin de vapurları vardı, gördüğüme kesin kanıt olarak gösteriyorum onları.

bir sabah ta trabzon'dan mersin'e indim, asıl menzilim adanaydı, ama karıştırmışım işte randevuları. oranın da tren garı var, o kadar yabancı değil. bir de evleri pancurlu ve beyaz, ne kadar fellini. bakın o hikaye başka, akdeniz'de nasıl dikteyseniz, inişiniz hep denize doğrudur. kimse tutmasa ıslanırsınız, tabii ki bir kız tuttu. esmer, saçları kızıldan bozma koyu kahve, gözleri yeşil, biraz tıknaz, götü kocaman, ama gülümsemesi yedi denizlik menzil. durduk yerde günaydın dedi, durmasam beni ben yapan benliğim... çay içtik hepsi bu, verilecekler, alınacaklar, şifre ve anahtar, sonra yollarımıza. sahilde bir kürt genci balık tutuyordu, merak ettim; mersin'i vermeye meyilliyiz, balıklar da kaçacak değil ya sınırın berisine. sigara ikram etti, içtik, deniz o sabah yeşil gözlüydü -inanmayacağınıza eminim.

trabzon'da denizin mor olduğunu sandım hep, beni o şehirde birkaç kez dövdüler, kaç kezini bile unuttum. sudan sebepler, ama her yan suydu, onu unutmadım. bir kere çıktık ganita'ya, çay bile içemedim, başım döndü, bir kere de otoyolda... her şeyi anlatmamı beklemeyin lütfen. ve orası karadenizmiş, oysa ben ilk kez bulancak'tan geçerken otobüs, uyanıp gözlerimi açtığımda aşık oldum, sabah sabahtı. ne gördüğümü hatırlamıyorum, ama aşık olduğuma ve mutlaka ilk aşkım olduğuna yemin edebilirim. orada bir yerlerde şarap içmiş ve bir oğlancı dövmüştük, neresi olduğu fark etmiyordur artık.

konak'tan aşağı alsancak, para da yok ki. açlık var biraz, açlıktan ölenlerle meşgulüz biraz da. balıkları ilk orada gördüm, üst üste binmiş kefaller, binlerce nerdeyse. bir poşet daldırıp kaldıracak oldum, yanımız sahil polisi ve bir tabela tutmamamız gerektiğini anlatan emir verircesine nerdeyse. kız neredeydi? sahi yeni gömmüştük, çiğli tarafı galiba, bir mezarlık deniz görmez kesinlikle. bir de bornova tepelerinde bir gece zeytinlikte uyumuştum, ama o sayılmaz sanırım, deniz görünmüyordu oradan. ateş de yakmıştım, ama gene de sayılmaz, sabahtı. izmir'de gömülü bıraktığım için birini, hiç kız görmedim, halbuki meşhuru da oymuş şehrin, ben daha sonra hiç sevemedim.

ilk gördüğüm deniz çok korkuttu beni, ondan benim ürküm, yoksa turgut uyar'ı çok severim de huylarına öykünmem şairlerin. üç ya da belki dört yaşındayım. çanakkale'nin kepez'i, doğrudan kuzeye bakan boğaz kıyıları. soğuk su ve nedense suyun içindeyiz, iskeleye tutunmuş. babam kafamdan bastırdı, itti beni. belki birkaç metre, dibe değene kadar ayaklarım, film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden üç senelik ömür. belki o yüzden genel teoriye aykırı şekilde çok net hatırlıyorum ilk yıllarımı ve inanın hepinizden iyi anladım daha o yaştan bu edebiyat kalıbını. evet film şeridi gibi inanın. denizin içinde gözümü açmıştım üstelik, denizi görmek istedim, gördüğüm tek şey pipisi kesilirken ağlayan bir çocuk yatakta, denizi çok kanlı buldum. babam dalıp aldı beni, ama hiç itmeseydi iyi değil miydi? en iyi yüzme nasıl öğrenilir önemli mi, belki bilmek gerekmiyordur.

bir de bir kız vardı, kuşkunuz olmasın, zaten tahmin de etmiştiniz; adı deniz miydi, emin olamıyorum. keşke adı deniz olsaydı, aşık olduğuma pişman olmazdım. aşık oldum mu ya pişman? asla bilemeyeceksiniz, ben tanıştığımdan bile emin değilim kendisiyle. bir de odasına deniz posteri asıp ailesiyle boğuşanlar vardır, bazısı için ne büyük devrimcilik, keşke az daha yol gitmeyi deneselerdi. (anıl o yazıyı tekrar assa ya) deniz diye bir kızım olsa ya da sevgilim de olur mesele değil, odasına deniz posteri assa -mavi sulardan oluşan deniz de olur, politik olmak zorunda değil- kavga etsek. korktuğum kadar denizlerden, kuytu bir diz kapakçığında dinlensem, deniz kıyısı bile olur.