chris mccandless'in hayatını konu alan jon krauker'ın romanından sean penn'in uyarladığı into the wild filminin esas oğlanı.

ya da kısaca şöyle diyelim: gidebilen adam

sanırım en iyisi bu oldu. o giden bir adamdı. gitmesi için güzel bir sebep ve harika bir amacı vardı. filmi izlememiş ve kitabı okumamış olanlar için bundan sonrasını spoiler içerebileceğini ekleyerekten devam edeyim:

iyi bir üniversite eğitimini tamamlamış zengin aile çocuğu chris için hayatın görünen -aldatıcı- yanlarından çok daha fazlası vardır. 1990 haziran'ında banka hesabındaki ne bileyim kaç bin doları hayır kurumuna bağışlar, ailesini eyvallah'ı bile çekmeden arabasına atlar ve gider. onun bu davranışı salt bir macera arayışı ve yeni yetmelere özgü isyankar ruh meydan okuyuşu değilidir. chris'te büyük bir doğa sevgisi ve keşfetme arzusu vardır. keşfetmek istediği ise doğayla beraber kendisidir. yani kendine yapılan bir yolculuktur onunkisi. yola çıktıktan 2 yıl sonra gitmek istediği alaska'ya ulaşır. alaskanın düzlüklerinde bir minibüs bulur ve orada bir süre yaşar. ağustos ayında ise talihsiz bir şekillde ölür.
bu hikayenin bir paragrafla anlatılamayacağını anlayanlar romanını yazmış filmini çekmiş. filme hiç girmiyorum. sadece festival kitapçığından ( 27. uluslararası istanbul film festivalin'de gösterildi film) arakladığım bir ifadeyle: şiirsel bir ilahi. ilahiyi besteleyen eddie vedder'ı anmadan geçmemeyeyim.

chris gezgin versiyonuna alexander supertrump ismini veriyor. gittiği her yerde kendini böyle tanıtıyor. supertramp doğanın müdahale edilmemiş düzeninin içinde dengesini kaybetmiş insanı tanımlamaya çalışıyor. insani değerleri; sevgiyi, mutluluğu, paylaşmayı. en sonunda da affetmeyi öğreniyor, mutluluğu tanımlıyor ve gülümseyerek ölüyor. insan daha ne ister?
benim hala inansım gelmiyor böyle bir hayatın gerçekliğine. belki de kıskançlık duygumu bastıramıyorumdur? belki de gitmek en iyisidir?

not1: chris üstün zekalıydı.
not2: karşısına hep iyi insanlar çıktı.
not3: erkekti.