latince: gözü yaşlı demek olsa da, bu beni pek ilgilendirmiyor. tamam, güzel bir sözcük, kulağa da hoş geliyor gibi ama, banane ki bundan diğ'mi?!

kulağa hoş gelen asıl lacrimosa ise, zbigniew preisner'in requiem for my friend albümünde bulunan bestesidir. preisner bu requiem'i, yakın arkadaşı krzysztof kieslowski için bestelemiştir. ağıtı söyleyen ise ünlü soprano elzbieta towarnicka'dır. bu eseri dinledikten sonra, neden lacrimosa'nın gözü yaşlı anlamına geldiğini gayet iyi anlarsınız. bir sonraki evre olan lacrima ise her zaman oluşmasa da, bu, kişiden kişiye göre değişiyor. bazen şakır şakır inebiliyor yaşlar. işte o zaman içli bir 'hassiktir' çekiyor, preisner'e en kalbi duygularımla küfürler ediyor; towarnicka'ya, 'allahsız karı, o nasıl bir haykırıştır be' diyorum.

neyse fazla uzatmayayım. hakkında sayfalarca entry yazabilirim de, bir anlamı olmaz, sığ kalır bu eserin yanında. youtube'da bir adet video mecvut. dinleyin, dinlettirin gibi abuk bir şey demiyeceğim lakin; bugüne kadar yapılmış en iyi requiem'i dinlemek isteyenler bakabilir.

mozart'ın da bir lacrimosa'sı var. onun için de güzel diyorlar, lakin ben pek sevmedim.
evdeydim, içiyordum. ne yazdım pek hatırlamıyorum. içiyordum, içmeyi bir kusmaya dönüştürdüm ansızın. epey yazdım. o'ndan, bundan bahsettim. kendimden bahsettim biraz. sıkıldım sonra, kalktım buraya geldim; hala sıkılıyorum.

içiyordum. canım sıkılmıştı. statik bünyemi alkolle, ihanetle, salaklıkla, a dream within a dream ile dolduruyordum, aleni gülme unsuruydum anlayacağınız.

öss'ye sayılı günler kalmıştı ve ben, kazanamayacağımın elbette farkındaydım. heyhat, hayat deyu geçiriyordum vaktimi. boş vakitlerimde sıçıyordum genelde. millet boş vakitlerini kitap okumak gibi gerekli bir eyleme bırakırken, ben kitap okumanın anlamını gayet iyi biliyordum, mamafih kimsenin umrunda değildi elbet bu.

sonra, sonra alkol bitti. kitaplar bitti. amarok durdu. kalktım geldim; intihal yaptım; bi' sikim anlamadınız.

sen, sen o garip bünyeni garip bir hisle dolduradur, sen, sen hiç konuşma yarraam. sıkılmıştım, geçti, geceydi, ve sabah olmasına daha 228 saat vardı. huniyi koydum başıma, ikizler'i okudum..
doğumgününün şu son dakikalarında dead and lovely dinleyip, üşenmeden gidip mutfaktan alıp da şerefine boş kadeh kaldırdığım, ikinci nesil akdeniz havası.
bira kapağı tadındaki başlıkları, yenilemez açıp okuma isteği uyandırdığından, iskender yorumları ilk yudum kadar aşina geldiğinden, neymiş; saygılar efenim..
bir insan düşünün, adı lulu, yaşadığı ev yarı açık hayvanat bahçesi, ama hayvan sınırlı. nerde iğrenilesi, nefret edilesi, korkulası bir hayvancağız var, bu adamın evinde. fare'den tut gel devasa örümcek'e, oradan az yukarı bak yarasa'ya, 94.392 tür kelebek'ten tut da, arada sırada misafirliğe gelen hamamböceği'gillere, arı'lara (tüm türler), kertenkele'nin sarımtrak olanlarına (adını bilmem, zoolog muyum lan ben); adını sanını bilmediğim, hatta ve fakat kendilerini ilk defa bizim evde gördüğüm böcek türlerine kadar her şey var. genelde bu acayip türler bizi buluyor, arada bir kedi köpek gelip kapı önünde yatabiliyor, lakin genelde uçan haşereler ziyaret ediyorlar; korkarım ki, anneannemler büyük bir kızıl derili böcek kolonisi mezarlığının üzerine inşaa etmişler evi, yoksa imkansız lan bu kadar haşerenin bize gelmesi; hadi geldiniz, yatıya kalmayın bari lan..

bu ortamda normal kalabilmek mümkün mü, ben bunu sorarım lulu!?
muğlak muğla'dan nefret eden adam moduna girip, birada larva, likörde kurbağa, yatakta ölü taklidi yapıyorum. sıkılıyorum. her şeyden ve herkesten sıkılıyorum. geriliyorum. fırad da geriliyor, hono lulu da, wereyda da.. gerginliğimizi bastıramıyoruz. pink floyd ya da tom waits ya da hatunlar fayda etmiyor. ölüyoruz. dünyanın en güzel yerinde, gökova'da flanör planör gibim dolaşırken de sıkılıyorduk, apartta küfrler ederken de..

insanlar acayip. herkeste bir telaş. herkes hasta. herkes portakal suyu içmek istiyor ama kimse içemiyor sanki. ısıtma sistemi devrede değil. sıcak su güneş'e bağlı ama bulutlar ibnelik yapıyor; 4 gün banyo yapmayıp istiklal- burger king'in önünde oturmuş az sonra sinyale çıkacak olan gotik elemanlar gibi hissediyorum kendimi. pisliğimle övünmüyorum ama, elimden bir şey de gelmiyor. rakım: 625 yazıyor tabeleda. yükseklik korkum olduğunu hatırlatıyor bana bu. korkuyorum. üşüyorum. sıkılıyorum ve nefret ediyorum. gökova yollarını teperken, son ses -here comes the rain again- dinleyip bira içiyoruz ama, arabada sigara içemiyoruz. her şey hep eksik sanki. yarım. yarım kalmış, hiçbir şeyin sonu getirilememiş bu şehirde.

ruh sağlığım bozuk. marangoz aramıyorum lakin. marangozlardan da nefret ediyorum. uyuyamıyorum. iki gün sürekli içiyor, takılıyor, sevişiyorum ama, uyuyamıyorum. bunlardan bile nefret ediyorum. pink floyd'u dinlemek kesmiyor artık. msn'den nefret ediyorum artık. sözlüklerden, yorganımdan, sigaradan, dilimde çıkan yaradan, daha da belirginleşen elmacık kemiklerimden ve ellerimden nefret ediyorum. biriken her şey patlıyor bu şehirde. sallamadığın, takıntı yapmadığın şeyleri takar oluyorsun ve takıyor burası; zayıflıyorum. zayfıladıkça daha da sinirli oluyorum. aparttaki son ses serdar ortaç dinleyen tiplemelere küfrler ediyorum ama yine de pink floyd kesmiyor artık. sigur ros çalmıyor. jeff öleli çok oldu. janis yeni yaşına girdi ama haberi yok. sıkı duruyorum ve diyorum ki: alkolden bile sıkıldım.

koptuk.
çocuk;
önümüzdeki haftaonu istanbuldayım, iki iddia var katılmadığım:
1- seni çok pis döveceğim, hiç değilse gürşeceğiz.
2- sen beni sızdırana kadar içereceksin bir akşam.

kimse -still dahil- umurumda değil, gelip seni döveceğim. yenişemezsek still ısmarlasın içkileri.

yok kızanım yok, kimseyi -sen dahil- meerak etmiyorum da lanthten, seninle bir içmek borcum var. o adana dediğin dee güneyde kalıyor birader, yoksa dmeemiş miydin?