içinde yaldızlı jelatine sarılmış bir kutu olan poşeti kalabalık caddeden geçen herhangi birinin adımlarıyla senkronize sallayan genç kız, adam gözden kaybolunca saatine baktı. henüz 5 dakika olmuştu. önünde durduğu duvara yaslandı. bugün bekleyeceğini biliyordu. sezgileri bekleyeceğini söylemekle birlikte netice hakkında ipucu vermemişlerdi. ya gelmezse şüphelerine, 'bu olağanüstü olur, ama şaşırmam eşlik ederken' ; 'niye gelmesin ki?' mantıksal çıkarımına 'gelmezse bunun bir anlamı olur ve o anlamı beklerken bulacağım' düşüncesi eşlik ediyordu.
kızın beklediği kişi sevgilisiydi. - 7nci dakika- önünden bir çift geçti. erkeğin eli kızın omzunda, kızın eli öbürünün belinde. belli ki gün boyu birbirlerine dayanmanın yorgunluğunu bedenlerini birbirlerine dayayarak atıyorlar. aşkım diye başlayıp yükleme vardığında, ötekini ya alenen ya için için kızdıran; ya sıkan ya delirten ya boğan cümleler kuruyorlar. her zaman böyle değil tabi, diye fısıldadı kalbi. hayır hayır ne olursa olsun 'seni seviyorum' cümlesi kulağına hoş gelmiyor. çok fazla 's' harfi var. ' vesvese' gibi. biri kulağına rusça fısıldasa ilk sıkılma anı daha uzak olurdu galiba. ya tebya lyublyu...
12nci dakikada saatine baktı yine. hiç bu kadar bekletmezdi sevgilisi, çünkü onu, durup bir yerde beklemezdi. bugün bekliyordu çünkü içinden öyle gelmişti. ya da hayır! son zamanlarda beliren şüpheleri, yersiz suskunlukların, dalan bakışların, cevapsız kalan soruların, haddinden fazla duyulan seni seviyorumların üstünden geçmemeye ve onu yapmaya kalkışacağı şey için cesaretlendirmeye itmişti. ayrılığa niyetlenen bir erkeğin işini kolaylaştırmak istiyorsan üstüne düş! 14ncü dakikada 'saçma, hepsi kuruntu' diye düşünmeye başlamışken, 15nci dakikada 'beni bırakmasına zemin hazırlayacağıma alenen herşeyin farkındayım hadi çek git' deyip hiç olmazsa gururumu kurtarsaydım diye pişman oldu. 16ncı dakikada 'bu büyük risk olurdu, ya yanılıyorsam' diyerek 14ncü dakikaya geri döndü. 'hepsi benim kuruntum...'
17nci dakika. dizi yırtık buz mavisi kotu, dolce gabanna kemeri, parlak yazılı cart renkli bodysi ve sivri burun rugan kunduralarıyla kapitalizm icadı marka çılgınlığının fason temsilcisi olarak gerine gerine geçen bir delikanlıya gözü takıldı. kendisine bakıldığını farkeden delikanlı kıza sırıttı. bu sırıtış kızın sinirlerini bozdu. tam olarak neye sinirlendiğini bilemedi. rüküşlüğüne mü o yavşak ifadeye mi? ilk maruz kaldığı sözlü tacizleri hatırladı. bu laflar karşısında önceleri utanmış, sonra sinirlenmiş, sonra umursamaz ve nihayetinde duymaz olmuştu. gögüsleri yeni çıkan bir kız çocuğunun sırtını kamburlaştıran utancı gibi...o kızların hepsi şimdi silikonlu sütyen takıyor değil mi? önce göğüslerine sonra saate baktı.
saçını geriye attı. kulağı kaşındı, kaşımadı. derken yanağı, gözü, kaşının üstü. beklemek zordu...
20nci dakikada kalbi sızlamaya başladı. şimdi o adam nasıl da kıymete binecek! çünkü artık ona sahip değilim, -tabi gelmezse- dedi midesinden bir umut. derken gözü, sefil kılıklı pis bir adama takıldı. adamın eli apış arasındaydı, ve suratında orasını kurcalayan normal bir insanın ifadesinden farklı bir ifade vardı. sokak delisi... bazen rüyasında anadan doğma olmadık yerlerde kalakaldığını görürdü. işin kötüsü rüyalarındaki kimse onun bu halini yadırgamaz; o, çaresizlik ve kahreden bir utançla yerin yarılmasını beklerken onlar etrafında rüyada kendilerine verilen rolü oynamaya devam ederlerdi. tıpkı bu delinin geçip gidişi ve kimsenin onu yadırgamayışı gibi... delinin yürüyüşünü sevgilisinin yürüyüşüne benzetti. deli gözden kayboldu.
giden kendi kaybeder, sloganını 24ncü dakikada buldu. 25nci dakikada ise 'kalmakta keşfedilecek birşey kalmadı, oysa gitmek öyle mi?' diye bir cümle hatırladı. sevgilisi giderse -nereye giderse gitsindi- bu gidiş kıza da yeni yollar açacaktı. hem, gidecek belli bir yolu olmayanlara tüm yollar açıktır. sınırsız yalnızlık, pardon özgürlük!
26ncı dakikada düşünceleri kendine yöneldi. sevgilisinin bir süreliğine rafa kaldırdığı o kesif gerçeği hatırladı. tam o sırada algı kendine uygun olanı seçti ve gözü, çiçekli elbisesi pürüzsüz bacaklarına dolanan, topuklu şık ayakkabılarının üzerinde sanki kayarak yürüyen genç kadına takıldı. keşke elbise giyseydi... çıplak tene çarpan rüzgarın verdiği güveni hissetti bir an için. keşke güzel bir elbise giyip salına salına yürümenin ve böylece dikkat çekmenin verdiği haz ona yetse. o hep güzel elbisler giyip hep beğenildiğinin farkında olarak mutlu olabilse! ne şanslılar şu moda ikonaları... ne kolay bir uğraşları var nefislerini kandırabildikleri. oysa o... ne sustururdu içindeki arızayı?
neyin susturamadağını biliyordu: bir süreliğine ipleri bir erkeğin eline verip, hayatını kapris yapmaya vakfetmiş, bir yandan ölesiye pozitif ve şirin kız olmuştu. ama bu rol muhakkak kendini bir yerde imha etmiş olmalıydı. kız gerçek yüzünü açık etmişti ki, sevgilisi ondan uzaklaşmaya başlamıştı. tam 'kuruntu ediyorsun' diyeceti ki midesindeki o aptal umut, 32nci dakikaya ulaştı zaman. gelmeyecekti. bu bekleyiş kızı kendi yalnızlığına geri bırakmıştı. ne istediğini bile bilememesinde başlıyor yalnızlığı...*(*alıntı da nerden bi sor)
yoldan geçen üçüncü otobüsün hat numarası kadar dakika beklemeyi tasarlamıştı. 46 dakika! eksiği olsa da fazlası yok. hediye paketini duvar kenarına bıraktı. attığı tüm adımları yutacağı anın geldiğini anladı. ayaklarını kilitleyen midesindeki o salak umudu buldu. midesi '46?' diye bağırıken, kolu gözünün önüne seğirtti. bilimsel olmayan gerçeklere göre bir insan özürsüz yarım saatten fazla geç kalmışsa, dedi kolu. beyni, uzun dönem hafıza kayıtlarını ortaya çıkardı. yapması gerekeni yapma iradesini gösteremediği anların fotoğraflarını serdi önüne. dikişlerin atmış işte, yapacak bişey yok! sonra kalbi 'hayal kırıklığı' anlarının sızısını hissettirdi bir saniyeliğine. gururuyla ayrılmalıydı meydandan. '38 dakika' diye söylendi. gerçek dünyaya hoşgeldin. midesindeki salak umudu bir nefesle dışarı verdi. ve umutsuzca ilk adımını attı.
bir daha beklemeyecek olanlarla hiç kimseyi bekletmemiş olanların yaşadığı diyara doğru yollandı.
kızın beklediği kişi sevgilisiydi. - 7nci dakika- önünden bir çift geçti. erkeğin eli kızın omzunda, kızın eli öbürünün belinde. belli ki gün boyu birbirlerine dayanmanın yorgunluğunu bedenlerini birbirlerine dayayarak atıyorlar. aşkım diye başlayıp yükleme vardığında, ötekini ya alenen ya için için kızdıran; ya sıkan ya delirten ya boğan cümleler kuruyorlar. her zaman böyle değil tabi, diye fısıldadı kalbi. hayır hayır ne olursa olsun 'seni seviyorum' cümlesi kulağına hoş gelmiyor. çok fazla 's' harfi var. ' vesvese' gibi. biri kulağına rusça fısıldasa ilk sıkılma anı daha uzak olurdu galiba. ya tebya lyublyu...
12nci dakikada saatine baktı yine. hiç bu kadar bekletmezdi sevgilisi, çünkü onu, durup bir yerde beklemezdi. bugün bekliyordu çünkü içinden öyle gelmişti. ya da hayır! son zamanlarda beliren şüpheleri, yersiz suskunlukların, dalan bakışların, cevapsız kalan soruların, haddinden fazla duyulan seni seviyorumların üstünden geçmemeye ve onu yapmaya kalkışacağı şey için cesaretlendirmeye itmişti. ayrılığa niyetlenen bir erkeğin işini kolaylaştırmak istiyorsan üstüne düş! 14ncü dakikada 'saçma, hepsi kuruntu' diye düşünmeye başlamışken, 15nci dakikada 'beni bırakmasına zemin hazırlayacağıma alenen herşeyin farkındayım hadi çek git' deyip hiç olmazsa gururumu kurtarsaydım diye pişman oldu. 16ncı dakikada 'bu büyük risk olurdu, ya yanılıyorsam' diyerek 14ncü dakikaya geri döndü. 'hepsi benim kuruntum...'
17nci dakika. dizi yırtık buz mavisi kotu, dolce gabanna kemeri, parlak yazılı cart renkli bodysi ve sivri burun rugan kunduralarıyla kapitalizm icadı marka çılgınlığının fason temsilcisi olarak gerine gerine geçen bir delikanlıya gözü takıldı. kendisine bakıldığını farkeden delikanlı kıza sırıttı. bu sırıtış kızın sinirlerini bozdu. tam olarak neye sinirlendiğini bilemedi. rüküşlüğüne mü o yavşak ifadeye mi? ilk maruz kaldığı sözlü tacizleri hatırladı. bu laflar karşısında önceleri utanmış, sonra sinirlenmiş, sonra umursamaz ve nihayetinde duymaz olmuştu. gögüsleri yeni çıkan bir kız çocuğunun sırtını kamburlaştıran utancı gibi...o kızların hepsi şimdi silikonlu sütyen takıyor değil mi? önce göğüslerine sonra saate baktı.
saçını geriye attı. kulağı kaşındı, kaşımadı. derken yanağı, gözü, kaşının üstü. beklemek zordu...
20nci dakikada kalbi sızlamaya başladı. şimdi o adam nasıl da kıymete binecek! çünkü artık ona sahip değilim, -tabi gelmezse- dedi midesinden bir umut. derken gözü, sefil kılıklı pis bir adama takıldı. adamın eli apış arasındaydı, ve suratında orasını kurcalayan normal bir insanın ifadesinden farklı bir ifade vardı. sokak delisi... bazen rüyasında anadan doğma olmadık yerlerde kalakaldığını görürdü. işin kötüsü rüyalarındaki kimse onun bu halini yadırgamaz; o, çaresizlik ve kahreden bir utançla yerin yarılmasını beklerken onlar etrafında rüyada kendilerine verilen rolü oynamaya devam ederlerdi. tıpkı bu delinin geçip gidişi ve kimsenin onu yadırgamayışı gibi... delinin yürüyüşünü sevgilisinin yürüyüşüne benzetti. deli gözden kayboldu.
giden kendi kaybeder, sloganını 24ncü dakikada buldu. 25nci dakikada ise 'kalmakta keşfedilecek birşey kalmadı, oysa gitmek öyle mi?' diye bir cümle hatırladı. sevgilisi giderse -nereye giderse gitsindi- bu gidiş kıza da yeni yollar açacaktı. hem, gidecek belli bir yolu olmayanlara tüm yollar açıktır. sınırsız yalnızlık, pardon özgürlük!
26ncı dakikada düşünceleri kendine yöneldi. sevgilisinin bir süreliğine rafa kaldırdığı o kesif gerçeği hatırladı. tam o sırada algı kendine uygun olanı seçti ve gözü, çiçekli elbisesi pürüzsüz bacaklarına dolanan, topuklu şık ayakkabılarının üzerinde sanki kayarak yürüyen genç kadına takıldı. keşke elbise giyseydi... çıplak tene çarpan rüzgarın verdiği güveni hissetti bir an için. keşke güzel bir elbise giyip salına salına yürümenin ve böylece dikkat çekmenin verdiği haz ona yetse. o hep güzel elbisler giyip hep beğenildiğinin farkında olarak mutlu olabilse! ne şanslılar şu moda ikonaları... ne kolay bir uğraşları var nefislerini kandırabildikleri. oysa o... ne sustururdu içindeki arızayı?
neyin susturamadağını biliyordu: bir süreliğine ipleri bir erkeğin eline verip, hayatını kapris yapmaya vakfetmiş, bir yandan ölesiye pozitif ve şirin kız olmuştu. ama bu rol muhakkak kendini bir yerde imha etmiş olmalıydı. kız gerçek yüzünü açık etmişti ki, sevgilisi ondan uzaklaşmaya başlamıştı. tam 'kuruntu ediyorsun' diyeceti ki midesindeki o aptal umut, 32nci dakikaya ulaştı zaman. gelmeyecekti. bu bekleyiş kızı kendi yalnızlığına geri bırakmıştı. ne istediğini bile bilememesinde başlıyor yalnızlığı...*(*alıntı da nerden bi sor)
yoldan geçen üçüncü otobüsün hat numarası kadar dakika beklemeyi tasarlamıştı. 46 dakika! eksiği olsa da fazlası yok. hediye paketini duvar kenarına bıraktı. attığı tüm adımları yutacağı anın geldiğini anladı. ayaklarını kilitleyen midesindeki o salak umudu buldu. midesi '46?' diye bağırıken, kolu gözünün önüne seğirtti. bilimsel olmayan gerçeklere göre bir insan özürsüz yarım saatten fazla geç kalmışsa, dedi kolu. beyni, uzun dönem hafıza kayıtlarını ortaya çıkardı. yapması gerekeni yapma iradesini gösteremediği anların fotoğraflarını serdi önüne. dikişlerin atmış işte, yapacak bişey yok! sonra kalbi 'hayal kırıklığı' anlarının sızısını hissettirdi bir saniyeliğine. gururuyla ayrılmalıydı meydandan. '38 dakika' diye söylendi. gerçek dünyaya hoşgeldin. midesindeki salak umudu bir nefesle dışarı verdi. ve umutsuzca ilk adımını attı.
bir daha beklemeyecek olanlarla hiç kimseyi bekletmemiş olanların yaşadığı diyara doğru yollandı.